Türkiye'nin medya ve ekonomi sahnesinde, adalet arayışı her zaman toplumun en hassas damarlarından biri olarak öne çıkıyor. Özellikle köklü gazetecilerin sesleri, sadece haber odalarından değil, cezaevi demir parmaklıklarından bile yankılanırken, bu durum kamu vicdanını derinden sarsıyor. İş dünyası gibi güçlü aktörlerin tutumları, kriz anlarında belirleyici rol oynuyor; ancak sessizlikleri, bazen en gürültülü eleştiri kaynağı haline gelebiliyor. Bu tür gelişmeler, hem bireysel mağduriyetleri hem de sistemik sorunları masaya yatırıyor. Günümüzün karmaşık ekonomik ortamında, hukukun üstünlüğü ve etik sorumluluklar arasındaki denge, her zamankinden kritik. Peki, bu sessizliklerin arkasında yatan dinamikler neler ve nasıl bir dönüşüm tetikleyebilir? Genel çerçeveyi kavradıktan sonra, son yankıların perde arkasına inelim ki bu tartışmanın derinliği tam olarak ortaya çıksın.
Silivri'nin soğuk duvarları arasında, Marmara Cezaevi'nde uzun süredir tutsak bir kalem, adaletsizliğin en çıplak haliyle yüzleşiyor. Gazeteci Fatih Altaylı, hukuksuz bir süreçle karşı karşıya kaldığını savunurken, iş dünyasının bu duruma yönelik tepkisizliğini ağır bir dille eleştiriyor. Cezaevinde gerçekleştirilen ziyaretler sırasında kaleme alınan notlar, Altaylı'nın öfkesini ve umudunu bir arada yansıtıyor. Bu eleştiriler, sadece kişisel bir yakınma değil, Türkiye'nin ekonomik elitlerinin toplumsal sorumluluğunu sorgulayan bir manifesto gibi duruyor. Ziyaretçilerin getirdiği umutsuzluk karşısında bile direnç gösteren Altaylı, "Çok kızgınım ama umudumu tamamen yitirmiş değilim" diyerek, içindeki mücadeleyi koruduğunu belirtiyor. Bu sözler, cezaevi koşullarının yarattığı baskıya rağmen, bir gazetecinin kaleminin keskinliğini kaybetmediğini gösteriyor.
Altaylı'nın eleştirilerinin odak noktası, iş dünyasının sessizliği. Ziyaret sırasında, "İş dünyasından tek bir kişi bile aramadı" diye haykırıyor; bu ifade, yıllardır desteklediği kesimlerin nankörlüğünü simgeliyor. Siyasi liderlerden milletvekillerine, meslektaşlarından dostlarına kadar geniş bir yelpazeden ziyaretçi akınına uğrayan Altaylı, ekonomik aktörlerin yokluğunu bir ihanet olarak nitelendiriyor. "Dışarı çıktığımda iş dünyasının içinden geçeceğim" diyerek, bu sessizliğin bedelini ima ediyor; zira bu kesimlerin, hukuksuzluk karşısında suskun kalması, kendi geleceklerini de riske atıyor. Altaylı, bu tutumu "Türk burjuvazisi" diye ironik bir şekilde ele alırken, "Üstü bakırla kaplanmış kasaba esnafı hepsi" ifadesiyle, sahte bir elitizmin altını çiziyor. Gerçek üst sınıfın ise toplumun çoğunluğu olduğunu vurgulayarak, ekonomik güç sahiplerinin halktan kopukluğunu sertçe yüzlerine vuruyor. Bu eleştiri, sadece bireysel değil, yapısal bir yozlaşmaya işaret ediyor; iş insanları, kendi çıkarlarını koruma adına adaleti göz ardı ediyor.
Bu sessizliğin kökeninde, siyasi baskıların rolü yatıyor. Altaylı, "AKP'li de MHP'li de beni takip ediyor. Bu kesimleri etkilediğim için bana öfkeliler" diyerek, tutukluluğunun siyasi bir intikam aracı olduğunu ima ediyor. Hukuk sisteminin çelişkilerini örneklerle sıralıyor: "Benimle aynı suçlamaya maruz kalanların hiçbiri ceza almamış." Bu durum, adaletin seçici uygulandığını ve Altaylı'ya özel bir muamele yapıldığını ortaya koyuyor. Tutukluluğun süresi belirsizken, "Hukuk olmadığı için ne ben ne de avukatlar bir tahminde bulunabiliyor" diye yakınıyor. Ziyaretçilerin kendisinden daha umutsuz olduğunu fark eden Altaylı, bu çelişkiden güç alarak direniyor. İş dünyasının bu hukuksuzluğa karşı suskun kalması, ekonomik aktörlerin korku ikliminde yaşadığını gösteriyor; zira siyasi iktidarın, onların zayıf noktalarını çok iyi bildiği bir gerçeklik var.
Altaylı, iş dünyasının ruhunu okuyan bir liderden bahsederek, eleştirisini derinleştiriyor. "Tayyip Erdoğan, onların ruhunu okumuş. Onlara nasıl davranılması gerektiğini çok iyi biliyor. Erdoğan gerçekten çok iyi bir sosyolog ve psikolog" sözleri, ironik bir övgüyle dolu. Bu değerlendirme, ekonomik elitlerin neden sessiz kaldığını açıklıyor: Korku ve çıkar hesapları, adalet arayışını bastırıyor. Geçmişte iş insanlarına yönelik haksızlıklara karşı kalemini konuşturan Altaylı, "Biz onlar için ses çıkarıyoruz ama onlar bize yapılan hukuksuzluk karşısında sessizliğe gömülüyor" diye sitem ediyor. Bu karşılıklılık eksikliği, iş dünyasının etik bir kriz yaşadığını simgeliyor; zira hukukun herkes için işlemesi, ekonomik istikrarın temel taşı. Altaylı'nın bu çıkışı, sadece bir gazetecinin feryadı değil, tüm muhalif seslerin ortak şikayeti olarak yankılanıyor.
Eleştiriler, medya tercihlerine de uzanıyor. İş dünyasının reklam stratejilerini hedef alan Altaylı, "Reklam verirken iktidara yakın kanalları tercih ediyorlar. Muhalif kanallara gelince, korkudan onlara reklam bile veremiyorlar" diyor. Bu tutum, ekonomik gücün medya özgürlüğünü baltaladığını gösteriyor; zira reklam geliri olmadan ayakta kalamayan muhalif yayınlar, susturulmuş oluyor. Altaylı, bu korku kültürünün, iş insanlarının kendi yarattıkları sisteme hapsolduğunu ima ediyor. Reklam tercihleri, sadece ticari bir karar değil, siyasi bir duruşun yansıması; bu da iş dünyasını, iktidarın dolaylı bir ortağı haline getiriyor. Altaylı'nın bu tespiti, medya ekonomisinin kırılganlığını aydınlatıyor; zira muhalif seslerin susturulması, toplumun bilgi akışını zehirliyor.
Bu eleştirilerin arka planında, Altaylı'nın uzun yıllara dayanan gazetecilik mirası yatıyor. T24 gibi platformlarda kaleme aldığı yazılarla, iş dünyasının haksızlıklarına karşı defalarca ses yükseltmiş bir isim. Cezaevinde bile bu geleneği sürdüren Altaylı, ziyaretçilere moral verirken, kendi öfkesini dışa vuruyor. İş dünyasının sessizliği, sadece bireysel bir ihmal değil, kolektif bir başarısızlık; zira ekonomik aktörler, hukukun korunmasında en güçlü seslerden biri olmalı. Bu sessizlik, genç girişimcilerden köklü holdinglere kadar uzanan bir zincirleme etki yaratıyor; korku, yenilikçiliği ve risk almayı engelliyor. Altaylı'nın sözleri, iş insanlarını bir vicdan muhasebesine davet ediyor; zira sessizlik, yarın kendilerine dönebilir.
Yankılar, sosyal medyada hızla yayılıyor. Altaylı'nın eleştirileri, #İşDünyasıSessizliği gibi etiketlerle tartışılıyor; kullanıcılar, "Ekonomik güç sahipleri neden korkuyor?" diye sorguluyor. Bazı iş insanları, dolaylı destek mesajları paylaşırken, çoğunluk hâlâ suskun. Bu tartışma, ekonomi gazetecilerini harekete geçiriyor; zira Altaylı'nın çıkışı, sektörün etik standartlarını yeniden tanımlama fırsatı sunuyor. Hukuk çevreleri, benzer davalardaki çelişkileri not düşerek, sistemik reform çağrısı yapıyor. Altaylı'nın umudu, ziyaretçilerden gelen karamsarlığa rağmen diri; bu, bir gazetecinin direncinin simgesi.
Geniş perspektiften bakıldığında, Altaylı'nın tepkisi Türkiye'nin demokrasi ve ekonomi ikilemini aydınlatıyor. İş dünyasının korkuyla şekillenen tutumu, yabancı yatırımcıları da tedirgin ediyor; zira hukukun öngörülemezliği, sermaye kaçışını tetikliyor. Altaylı, "Ülkedeki gerçek üst sınıf ise toplumun geri kalan çoğunluğu" diyerek, halkın gücünü hatırlatıyor. Bu sözler, ekonomik elitlerin halktan kopukluğunu eleştirirken, tabandan gelen dayanışmanın önemini vurguluyor. Medya ve iş dünyası arasındaki gerilim, dijital çağda daha da keskinleşiyor; reklam boykotları, ifade özgürlüğünü tehdit ederken, muhalif yayınlar alternatif modeller arıyor.
Sonuç olarak, Fatih Altaylı'nın iş dünyasına yönelttiği bu büyük tepki, sessizliğin yarattığı boşluğu dolduruyor. Hukuksuzluk karşısında suskun kalan ekonomik aktörler, kendi geleceklerini riske atıyor; Altaylı'nın öfkesi, bir uyarı çanı gibi çalıyor. Ziyaretçilerin umutsuzluğuna rağmen diri kalan bu ses, değişimin tohumlarını ekiyor. İş dünyası, korkuyu bırakıp adalete kulak verirse, Türkiye'nin ekonomik geleceği aydınlanabilir. Bu eleştiri, hepimizi ilgilendiriyor; zira sessizlik, sadece bir kişinin değil, tüm toplumun kaybı. Gelecek adımlar, bu vicdan muhasebesinin meyvesini verecek.