Türkiye'nin kalabalık pazarlarında, sonbahar rüzgarlarının tozlu dansı arasında bir tedirginlik dolaşıyor. Bu tedirginlik, tezgahların arkasından yükselen fısıltıların yankısı; güneşin altında eriyen hayallerin, yarım kalmış hesapların gölgesi. Yıllardır süren ekonomik dalgalanmaların ortasında, bir ulusun sofraları en hassas terazide tartılıyor. Her yeni gün, umut dolu bir başlangıç gibi doğuyor, ama ufukta kara bulutlar birikiyor – fiyat etiketlerinin öngörülemez ritmi, beslenme alışkanlıklarının inatçı değişimi ve yoksulluğun sessiz yayılışıyla dolu bir gökyüzü. Bu, sadece bir haber değil; milyonlarca ailenin günlük mücadelesinin, sessiz bir isyanın nabzı.
İşte tam burada, eylül ayının son verileriyle patlak veren gerçek, ekonominin kırılgan dengesini bir kez daha sarsıyor. TÜİK'in açıkladığı aylık enflasyon oranı yüzde 3,23 ile beklentileri aşarken, yıllık rakam yüzde 33,29'a sıçramış – ama bu sayılar, sadece birer gölge oyunu. Asıl felaket, sofraların küçülmesinde yatıyor; gıda ve alkolsüz içecekler grubundaki yüzde 36,06'lık yıllık artış, dört kişilik bir ailenin günlük kalori ihtiyacını karşılamayı bir lüks haline getirmiş. Yetişkin bir erkeğin 3.500 kaloriye, bir kadının 2.300 kaloriye, bir ergen çocuğun 3.200 kaloriye ve küçük bir çocuğun 1.600 kaloriye ihtiyacı var – ama yüksek enflasyon, bu dengeli beslenmeyi bozuyor, haneleri "doymak" ile "beslenmek" arasında bir ikileme sürüklüyor. Doymak, açlığı gidermek demek; beslenmek ise vücudun büyüme, yenilenme ve bağışıklık için ihtiyaç duyduğu protein, vitamin ve mineralleri almak – ve Türkiye'de milyonlarca aile, ilkini bile zor yakalarken ikincisini rüyalarında görüyor.
Bu ikilemin kökeninde, enflasyonun gıda sepetine vurduğu darbe yatıyor; TÜRK-İŞ'in açlık ve yoksulluk endeksi, dört kişilik bir ailenin dengeli beslenme için aylık 27 bin 970 liraya ihtiyaç duyduğunu gösteriyor – bu, eylül ayı itibarıyla açlık sınırını aşmış, yoksulluk hattını zorluyor. Gıda grubu, orta ve düşük gelirli hanelerin harcamalarının yüzde 50'sini yutarken, süt, et, meyve-sebze gibi temel besinler yüzde 40'ı aşan fiyat artışlarıyla erişilmez hale gelmiş. Bir anne, çocuğuna süt alamazken ekmekle yetinmeye çalışıyor; bir baba, protein kaynağı olarak kuru bakliyata sarılıyor, ama bu bile kalori dengesini bozuyor. Enflasyon, sadece rakam değil; bir neslin geleceğini çalan bir hırsız – Hacettepe Üniversitesi'nin kalori hesaplarına göre, bu yetersizlik bodurluk, zayıflık ve obeziteye yol açıyor, zihinsel gelişimi geciktiriyor, okul performansını düşürüyor. Yazarın dediği gibi, "Beslenememenin partisi yok" – iktidar "açlık yok" derken, muhalefet "çocuklar aç yatıyor" diye haykırıyor, ama gerçek, beslenme adaletsizliğinin sessiz yayılması.
Eylül verileri, bu gerçeği daha da keskinleştiriyor; gıda enflasyonu aylık yüzde 3,02 ile TÜFE'nin üzerinde seyretmiş, sebze-meyve fiyatları yüzde 5'i aşan artışlarla sofraları vurmuş. Küresel bağlamda, Dünya Sağlık Örgütü'nün uyarıları yankılanıyor: Yetersiz beslenme, kardiyovasküler hastalıklar, felç, diyabet ve bazı kanser türlerini tetikliyor – Türkiye'de obezite oranı yüzde 30'u aşmışken, bu paradoksal ikili (zayıflık ve obezite), enflasyonun yarattığı dengesizliğin meyvesi. Gazze gibi ekstrem örnekler, Türkiye'nin durumunu kıyaslatıyor; bizde kıtlık yok, ama besin çeşitliliği yok – ekmek ve makarna ağırlıklı bir sepet, vitamin eksikliğine yol açıyor, bağışıklığı zayıflatıyor, enfeksiyon riskini artırıyor. Bir çocuk, okulda konsantre olamıyor; bir yetişkin, yorgunlukla boğuşuyor – enflasyon, bu zinciri besliyor, kalori ihtiyacını karşılamayı bir lüks yapıyor.
Bu felaketin günlük yansımaları, vicdanları sızlatıyor; dört kişilik bir aile, aylık 27 bin 970 lirayla açlık sınırında debelenirken, yoksulluk hattı 90 bin lirayı aşmış. Gıda sepeti, beş temel gruptan oluşuyor: Süt ürünleri, et-yumurta-bakliyat, tahıllar, meyve-sebze ve yağlar – ama enflasyon, son ikisini en çok vuruyor, yüzde 50'yi aşan artışlarla. Bir pazar ziyareti, eskiden 500 lira tutarken şimdi 800 lirayı buluyor; meyve-sebze fiyatları, mevsim dışı ithalat ve iklim şoklarıyla fırlamış. Orta gelirli bir hane, gıdadan kesinti yaparak faturalara kaynak yaratıyor, ama bu, besin dengesini bozuyor – protein eksikliği kas kaybına, vitamin yoksunluğu anemiye yol açıyor. Yazarın vurguladığı gibi, "Yüksek enflasyonun etkilerini hemen yok etmek kolay değil" – gelir adaleti, uzun bir yol, ama acil adımlar şart.
Güncel veriler, bu çığlığı güçlendiriyor; TÜİK'in eylül raporu, gıda grubunun yıllık yüzde 36,06'lık artışını gösterirken, TEPAV'ın analizleri mayıs ayındaki anormallikleri hatırlatıyor – yüzde 0,71'lik düşüş bile eleştirilmiş, gerçek tabloyu gizlemiş. ENAG'ın yüzde 61,2'lik gıda enflasyonu tahmini, TÜİK'in verilerini gölgeliyor; Türk-İş mutfak enflasyonu ise aylık yüzde 4,40'la yıllık yüzde 47,62'yi işaret ediyor. Bu rakamlar, sadece istatistik değil; bir çocuğun büyüme geriliğinin hikayesi – bodurluk, zihinsel gelişimi geciktiriyor, okul başarısını düşürüyor, yetişkinlikte düşük IQ'ya yol açıyor. Zayıflık, bağışıklığı çökertiyor, enfeksiyonları çoğaltıyor; obezite ise diyabet ve kalp hastalıklarının kapısını aralıyor. Küresel olarak, WHO bu zinciri kırılması zor bir halka olarak tanımlıyor – Türkiye, bu döngüde sıkışmış, enflasyonla beslenen bir kısır döngüde debeleniyor.
Peki, bu felaketin kökeninde ne yatıyor? Enflasyon, gıda tedarik zincirlerini vuruyor; ithalat maliyetleri, iklim şokları ve spekülatif fiyat oyunları, sebze-meyve fiyatlarını roketliyor. Bir domatesin kilosu 50 lirayı aşmışken, bir elmanın 40 lirayı bulması, meyve-sebze grubunu erişilmez kılıyor – haneler, tahıl ve ekmek ağırlıklı bir diyete kayıyor, ama bu, vitamin ve mineral eksikliğine yol açıyor. Orta-düşük gelir grupları, gıda harcamalarının yüzde 60'ını bu gruba ayırırken, süt ve et ürünleri lüks kalıyor – bir litre süt 25 lira, bir kilo et 300 lirayı aşmış. Bu dengesizlik, obezite paradoksunu doğuruyor; ucuz karbonhidratlarla doymak, kalori fazlası yaratıyor, ama besin yoksunluğu hastalıkları tetikliyor. Yazarın dediği gibi, "Tartışmaları açlık var/yok üzerinden yürütmenin bir anlamı yok" – veriler, yeterli beslenememeyi gösteriyor, partisi veya sınıfı olmayan bir toplumsal gerçeklik.
Bu çığlığın ortasında, öneriler bir umut kıvılcımı gibi parlıyor; enflasyonla mücadele ve gelir adaleti, uzun vadeli çözümler – ama acil eylem, okullarda yatıyor. Sabah kahvaltısı ve öğlen yemeği, bilimsel kalori hesaplarına göre dengeli şekilde sağlanmalı: 4-6 yaş grubu için 1.600 kalori, ergenler için 3.200 kalori – protein, sebze, süt dengesiyle. Bu, bodurluğu önleyecek, zihinsel gelişimi destekleyecek, geleceğe yatırım olacak. Hükümetler, bu adımla yetersiz beslenmenin kalıcı izlerini silebilir; okullar, bir neslin kalkanı olur. Küresel örnekler, bu modelin başarılarını gösteriyor – Finlandiya gibi ülkeler, okul beslenmesiyle obeziteyi düşürmüş, okul performansını yükseltmiş. Türkiye'de bu, enflasyonun yarattığı yaraları sarmanın ilk adımı – bir çocuğun kahvaltısı, bir ulusun geleceği.
Enflasyonun bu derin yaraları, sadece sofralarda değil, toplumun her katmanında hissediliyor; bir anne, çocuğuna meyve alamazken gözyaşı döküyor, bir baba ekmekle yetinirken dua ediyor. Gıda enflasyonu yüzde 36,06'yla TÜFE'yi aşmışken, orta gelirli haneler bile kesintiye gidiyor – tahıl ürünleri yüzde 30 artmış, yağlar yüzde 40'ı geçmiş. Bu dengesizlik, bağışıklık sistemini zayıflatıyor, enfeksiyonları çoğaltıyor; pandemi sonrası dönemde, bu riskler katlanıyor. Yazarın "Beslenememenin partisi yok" sözü, bu gerçeği özetliyor – açlık tartışmaları anlamsız, asıl mesele dengeli beslenme. Küresel olarak, WHO'nun verileri korkutucu: Yetersiz beslenme, 3 milyar insanı etkiliyor, kronik hastalıkları tetikliyor – Türkiye, bu istatistikte üst sıralarda, enflasyonla beslenen bir kısır döngüde.
Peki, çıkış yolu nerede? Enflasyonla mücadele, sıkı para politikasıyla başlıyor; ama gelir adaleti, vergi reformları ve sosyal yardımlarla tamamlanmalı. Okul beslenmesi, acil bir köprü – Hacettepe'nin kalori hesapları, menüleri şekillendirecek, süt-ekmek dengesi obeziteyi önleyecek. Bir çocuğun öğlen yemeği, bodurluğu sil baştan yazacak; bir gencin kahvaltısı, zihinsel gelişimi hızlandıracak. Bu adımlar, enflasyonun yaralarını sararken, geleceğe tohum ekecek – ekonomik yükleri azaltacak, verimliliği artıracak. Hükümetler, bu fırsatı kaçırmamalı; esnaf, çiftçi ve tüketiciler, el ele vermeli. Enflasyon, bir rakamdan öte – bir halkın sağlığı, bir neslin kaderi.
Bu felaketin yankıları, vicdanları sızlatıyor; bir pazar çantası, eskiden dolu dönerken şimdi yarım kalıyor, bir çocuk kahvaltıda ekmekle yetinirken hayaller kuruyor. Gıda enflasyonu yüzde 36,06'yla sofraları vururken, TEPAV'ın analizleri anormallikleri ifşa ediyor – mayıs düşüşü bile gerçek tabloyu gizlemiş. ENAG'ın yüzde 61,2'lik tahmini, TÜİK'i gölgeliyor; Türk-İş mutfak enflasyonu aylık yüzde 4,40'la yıllık yüzde 47,62'yi işaret ediyor. Bu rakamlar, bodurluğun gölgesini büyütüyor; zihinsel gecikme, düşük okul başarısı, yetişkinlikte hastalıklar – enflasyon, bu zinciri besliyor. Küresel olarak, WHO bu döngüyü kırılması zor bir halka olarak tanımlıyor; Türkiye, enflasyonla sıkışmış, ama okul beslenmesi gibi adımlarla kurtulabilir.
Umut, tamamen sönmüş değil; enflasyonla mücadelede sıkı adımlar atılırken, okul kahvaltıları bir kıvılcım olabilir. Haneler, dengeli sepet için çabalarken, hükümetler sosyal kalkan örmeli – süt programları, meyve-sebze teşvikleri, gelir desteği. Bu, sadece beslenme değil; bir neslin geleceği – bodurluğu önleyen bir kahvaltı, obeziteyi frenleyen bir öğle yemeği. Enflasyon, yaraları derinleştirse de, bu adımlar iyileştirecek; çocuklar gülerken, toplum nefes alacak. Bu hikaye, son bulmuyor; her lokma, yeni bir başlangıç. Beslenme adaleti, dirençle kazanılacak; ve o zafer, hepimizin sofrasında parlayacak.