Türkiye'nin eğitim sahnesi, yıllardır ideolojik fırtınalarla boğuşurken, her yeni müfredat değişikliği toplumun vicdanını test ediyor. Laiklik ve bilimsellik gibi kutsal ilkeler, bazen unutulmuş birer slogan gibi kalırken, cesur sesler bu ilkeleri yeniden canlandırıyor. Özellikle Milli Eğitim Bakanlığı'nın getirdiği modeller, sadece ders kitaplarını değil, nesillerin ruhunu şekillendirme iddiasıyla gündeme oturuyor. Hukukçular, bu süreçte sessiz kalmak yerine, Anayasa'nın gölgesinde duruş sergileyerek, eğitimde dayatmacılığın önünü kesmeye çalışıyor. Bu mücadele, sadece bir dava dosyası değil, cumhuriyetin eğitim mirasını koruma savaşı olarak yankılanıyor. Peki, bu cesur itirazlar hangi derin yaralara dokunuyor ve geleceğin nesillerini nasıl etkiliyor? Adım adım açığa çıkararak, bu hukuki direnişin perde arkasını aydınlatalım.
Eğitim sistemindeki son tartışmalar, Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'in övdüğü bir modeli merkeze alıyor. Bu model, "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli" olarak adlandırılıyor ve Bakan Tekin tarafından "İdraki gelişmiş şahsiyet sahibi, manevi değerleri olan, milli ve yerli..." nesiller yetiştirmeyi hedefleyen bir vizyon olarak sunuluyor. Model, 27 Mayıs 2024'te Bakan Tekin'in onayıyla yürürlüğe girmiş; ancak, bu onay öncesi 2 yıl süren bir hazırlık süreci yaşanmış. Eğitim İş Sendikası, bu modeli erken fark ederek, 11 ay önce Danıştay 8. Dairesi'nde yürütmenin durdurulması talebiyle dava açmış. Mahkeme talebi reddedince, sendika üst mahkemeye itiraz etmiş; bu itiraz, eğitimde bilimsellikten uzaklaşma ve ideolojik dayatmaların kapısını aralamış bir tartışmanın fitilini ateşlemiş. Sendika, modelin Milli Eğitim Temel Kanunu'na aykırı olduğunu savunurken, bu dava sadece bir hukuki adım değil, eğitimde laiklik ilkesinin bir can simidi gibi.
Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun kararı, bu tartışmayı zirveye taşımış. Kurul, İdari Yargılama Kanunu'nun 27. maddesi gereğince yürütmenin durdurulması talebini oy çokluğuyla reddetmiş; bu, modelin esastan görüşülme sürecine girmesi anlamına geliyor. Ancak, kararın perde arkasında, üç cesur üyenin karşı oyu yatıyor: Doç. Dr. Gürsel Özkan, Mürteza Güler ve Bilge Apaydın. Bu isimler, modelin Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkelerine ve Milli Eğitim Temel Kanunu'na aykırılıklarını somut delillerle sıralamış; karşı oy gerekçeleri, adeta bir manifesto gibi hukukun vicdanını yansıtıyor. Bu üyeler, Türk Milli Eğitimi'nin amacının "Türk milletinin bütün fertlerini, Atatürk ilke ve inkılaplarıyla anayasada ifadesini bulan Atatürk milliyetçiliğine bağlı yetiştirmektir" olduğunu hatırlatarak, modelin eleştirel düşünceye kapalı, bilimsellikten uzak ve dayatmacı yapısını eleştirmiş. Bu duruş, hukukçuların cumhuriyet rejimini koruma görevini yerine getirdiğini gösteriyor; zira karar, sadece bir ret değil, ideolojik bir meydan okumaya karşı bir kale gibi yükseliyor.
Modelin içeriği, karşı oy gerekçelerinin en çarpıcı noktalarından biri. Sendika itirazında vurgulandığı gibi, modeldeki "Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nde MEB, sahip olduğu mefkureyle aklıselim, kalbiselim, zevkiselim nesiller yetiştirmek için disiplinler ötesi madde-mana, nefis-vicdan, akıl-duygu, insan-toplum, zaman-mekan dengesini gözetir" ifadesi, eğitimde bilimsellikten uzaklaşmanın somut bir kanıtı olarak gösterilmiş. Bu cümleler, gerileme ve ideolojik bir yaklaşımın habercisi; zira "mefkure" gibi Arapça kökenli kelimelerin tercih edilmesi, Türkçe'nin ve laik eğitimin kenara itildiğini ima ediyor. Karşı oy kullanan üyeler, bu kelime seçimini ideolojik bir dayatma olarak nitelendirmiş: "Kanunda yer almayan bir hedefleri var. Bu, ancak yasa değişikliğiyle yapılabilir." Model, derslerin yüzde 35'ini değiştirirken, bu değişiklikleri yapan akademisyen ve öğretmenlerin kimliklerini gizlemiş; MEB ise müfredat değişikliğinin gerekçesini delillendirememiş. Bu gizlilik, şeffaflık ilkesini zedeliyor; zira eğitim, nesillerin geleceğini şekillendirirken, karanlıkta kalmamalı.
Danıştay üyelerinin karşı oy gerekçeleri, modelin laiklik karşıtlığını da masaya yatırıyor. Üyelere göre, model din referanslı ve öteki dünya odaklı bir yaklaşım sergiliyor; bu, Milli Eğitim Temel Kanunu'nun Atatürk milliyetçiliği ve bilimsellik esaslarını hiçe sayıyor. İmam Hatip Lisesi (İHL) sayısının 1729'a, fen lisesi sayısının ise 368'e düşürülmesi, biat edecek nesil yetiştirmeyi hedefleyen bir politikanın kanıtı olarak sunulmuş. Bu dengesizlik, Türkiye'yi "Araplaştırma" girişiminin bir parçası gibi görülüyor; zira eğitimde dinî vurgu artarken, bilimsel düşünce geriliyor. Karşı oy metninde, "Model, eleştirel düşünceyi kısıtlayan, dayatmacı bir yapıya sahip" denilerek, cumhuriyet rejiminin temellerine yönelik bir tehdit vurgulanmış. Bu eleştiri, sadece hukuki değil, toplumsal bir uyarı; zira eğitimdeki ideolojik kaymalar, nesillerin özgür düşünme yetisini baltalayabilir. Üyelerin bu cesur duruşu, hukuk camiasında yankı bulurken, "Türkiye'de böyle hukukçular da var" ifadesini hak ediyor.
Bu kararın sonuçları, eğitim sisteminin geleceğini doğrudan etkiliyor. Yürütmenin durdurulmaması, modelin esastan görüşülmesine yol açmış; ancak, dava süreci yıllarca sürecek ve telafisi güç zararlar doğurabilecek. Eğitim İş Sendikası, bu reddi bir mağduriyet olarak görürken, karşı oy kullanan üyelerin gerekçeleri, kamuoyunda destek bulmuş. Bakan Tekin'in model için kullandığı "manevi değerleri olan, milli ve yerli..." tanımları, karşıt görüşler tarafından ideolojik bir kılıf olarak eleştirilmiş. Bu gerilim, eğitim sendikalarını harekete geçirirken, veliler ve öğretmenler arasında tartışmaları alevlendirmiş. Sosyal medyada, #EğitimdeLaiklik etiketiyle paylaşımlar çoğalmış; bazı kullanıcılar, "Danıştay üyelerine minnettarız, cumhuriyeti koruyan kahramanlar" diye yorum yapmış. Bu yankılar, olayın sadece bir dava olmadığını, eğitimde laiklik mücadelesinin bir parçası olduğunu gösteriyor.
Eğitimdeki bu ideolojik mücadele, Türkiye'nin genel siyasi iklimini yansıtıyor. Modelin yürürlüğe girmesi, ders kitaplarında değişikliklere yol açmış; ancak, Danıştay süreci bu değişiklikleri frenleyebilir. Karşı oy kullanan üyelerin delil temelli eleştirileri, MEB'in yetkisini aştığını kanıtlıyor; zira müfredat değişiklikleri, yasal bir temele dayanmalı. Sendikalar, bu davayı toplu bir itiraza dönüştürmeyi planlıyor; veli dernekleri ise, çocuklarının bilimsellikten uzak bir eğitime mahkum edilmemesi için kampanyalar başlatmış. Bu dinamikler, eğitim bakanlığının politikalarını gözden geçirme baskısını artırıyor; zira cumhuriyetin eğitim mirası, Atatürk ilkeleriyle örülmüş bir kale.
Geniş bir perspektiften bakıldığında, Danıştay'ın bu kararı Türkiye'nin hukuk devleti geleneğini aydınlatıyor. Karşı oy kullanan üç üyenin duruşu, ideolojik baskılara karşı vicdanın sesi; bu, hukukçuların cumhuriyet rejimini koruma görevini hatırlatıyor. Modelin dinî vurgusu, laiklik tartışmalarını yeniden alevlendirirken, fen lisesi-İHL dengesizliği, eğitimde eşitlik ilkesini zedeliyor. Bu dava, yıllarca sürecek bir maraton; ancak, telafisi güç zararlar doğurmadan durdurulması umudu diri. Kamu vicdanı, bu cesur hukukçuları alkışlarken, eğitimde şeffaflık ve bilimsellik talebi yükseliyor.
Sonuç olarak, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu'nun bu kararı, eğitimdeki ideolojik fırtınada bir umut ışığı yakıyor. Karşı oy kullanan üyelerin gerekçeleri, modelin laiklik ve bilimsellik karşıtlığını ifşa ederken, cumhuriyetin eğitim kalesini koruyor. Eğitim İş Sendikası'nın davası, nesillerin geleceğini şekillendirirken, bu mücadele hepimizi ilgilendiriyor; zira eğitim, sadece ders değil, özgür düşüncenin temeli. Bu cesur duruşlar, Türkiye'nin hukukçularının gücünü hatırlatıyor; adalet, sessiz kalmayanların zaferi olacak.




