Türkiye'nin siyasi arenasında fırtınalı bir dönem yaşanıyor. TBMM'de kurulan Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu'nun 18. toplantısı, beklenmedik bir kararla gündemin zirvesine oturdu. Ana muhalefet partisi CHP, komisyon çalışmaları kapsamında İmralı Adası'na giderek PKK lideri Abdullah Öcalan ile görüşmeyi net bir şekilde reddetti. Bu karar, sadece komisyonun dinamiklerini değil, iktidar partisi AKP'nin stratejik hamlelerini de altüst etti. Zira AKP, bu kritik adımda CHP'nin desteğini almak için yoğun çaba sarf etmişti, ancak beklediği destek gelmeyince planları suya düştü. Toplumun geniş kesimleri, özellikle şehit aileleri, gaziler ve Güneydoğu'da terörle mücadele eden güvenlik güçleri, CHP'nin tutumunu alkışlarla karşıladı. Peki, bu kararın perde arkasında neler yatıyor? Gelin, bu karmaşık siyasi düğümü adım adım çözelim.
Komisyonun son toplantısında hava adeta gerilim doluydu. CHP heyeti, "Biz İmralı Adasına gidip Abdullah Öcalan’la görüşmeyiz" diyerek masaya sert bir tavır koydu. Bu açıklama, toplantı salonunu buz kestirdi. AKP kanadında ise tam bir şaşkınlık hakimdi; çünkü iktidar, CHP'siz bir adımın meşruiyetini sorgulatacağını biliyordu. Hatırlanacağı üzere, bu komisyonun amacı, milli dayanışma ruhunu pekiştirmek, kardeşlik bağlarını güçlendirmek ve demokrasi mekanizmalarını işletmek olarak tanımlanmıştı. Ancak CHP'nin ret kararı, komisyonun geleceğini belirsizliğe sürükledi. Bazıları bu tutumu eleştirse de, kamuoyunun nabzı bambaşka atıyordu. Sokaktaki vatandaş, özellikle terör mağdurları, "Bu doğru bir duruş" diye yorumluyordu. Şehit aileleri, yıllardır süren acıları düşününce, böyle bir görüşmenin travmatik etkisini vurguluyorlardı. Gaziler ise, "Terörle mücadelede netlik şart" diyerek CHP'ye destek veriyordu. Güneydoğu'da görev yapmış askerler ve emniyet mensupları da, bu kararın gerçekçi bir adım olduğunu belirtiyorlardı. Toplumun bu kesimlerinin memnuniyeti, kararın sadece siyasi değil, duygusal bir yankı yarattığını gösteriyor.
Bu gelişme, CHP'nin stratejik bir hamlesi olarak yorumlanıyor. Parti içinden sızan bilgilere göre, liderlik kadrosu uzun tartışmalar sonucunda bu kararı aldı. Amaç, komisyonun amacından sapmadan, terörle mücadelede tavizsiz bir çizgi çekmekti. AKP ise, bu reddin yarattığı boşluğu doldurmakta zorlanıyor. İktidar, komisyon üzerinden geniş bir uzlaşı zemini oluşturmayı planlıyordu; ancak CHP'nin yokluğu, hamlenin inandırıcılığını zedeliyor. Siyasi kulislerde fısıldananlara bakılırsa, AKP'nin bazı yetkilileri gece yarısı telefon trafiğiyle durumu kurtarmaya çalıştı, ama nafile. Bu şok, iktidarın iç dinamiklerini de sarsmış görünüyor. Öte yandan, CHP'nin bu tutumu, muhalefetin genel stratejisine uyumlu. Parti, demokrasi ve kardeşlik vurgusunu korurken, terörle mücadelede yumuşama sinyali vermemeyi tercih ediyor. Bu kararın, komisyonun sonraki toplantılarını nasıl etkileyeceği ise büyük bir soru işareti. Acaba AKP, alternatif yollar mı arayacak, yoksa geri adım mı atacak?
Tarihe dönüp bakınca, İmralı Adası'nın Türkiye için ne kadar hassas bir nokta olduğu daha net anlaşılıyor. 1999'un o karanlık gecesinden başlayalım. 16 Şubat'ı 17 Şubat'a bağlayan saatlerde, Kocaeli 15. Kolordu Komutanı Korgeneral Hurşit Tolon'un telefonu çaldı. Saat tam 03.00'ü gösteriyordu ve arayan, Genelkurmay Başkanlığı Harekât Başkanı Korgeneral Yaşar Büyükanıt'tı. Kısa ve net bir talimat: "Acele Ankara'ya gel." Tolon Paşa, ne için çağrıldığını bilmeden yola koyuldu. Kafasında tek bir düşünce dönüyordu: "Çok önemli bir şey olmalı." Oysa o gece, Türkiye'nin kaderini değiştirecek bir operasyon tamamlanmıştı. PKK'nın başı Abdullah Öcalan, Kenya'da yakalanmış ve Bandırma'ya getirilmişti. Hükümet, onu İmralı Adası'na yerleştirme kararı almıştı. Bu ada, EMASYA Planı gereği 15. Kolordu'nun sorumluluk bölgesindeydi ve Bursa'ya bağlıydı.
Tolon Paşa, Ankara'ya vardığında sabahın erken saatleriydi. Mesai bile başlamamıştı, ama Yaşar Paşa onu bekliyordu. Kısa bir brifingde her şey netleşti: Öcalan İmralı'da tutulacaktı, ada 2. derecede yasak bölge ilan edilecekti. Tolon Paşa, bu anıyı şöyle yansıtıyor: "İmralı’da ne kadar birliğe ihtiyacımız olacağını planladık. Emir verildi ve Bolu’da bunun hazırlıkları hemen başladı. Ayrıca bir Jandarma Komando bölüğünün de Ada’da görev yapmasını uygun bulduk." Paşa, Ankara'dan ayrılır ayrılmaz Bolu'ya geçti. Tugay komutanıyla görüşürken, komando birliği zaten İmralı'ya doğru yola çıkmıştı. Jandarma birliği cezaevinin güvenliğini üstlendi, Adalet Bakanlığı ise özel seçilmiş 40 infaz koruma memurunu görevlendirdi. Ada'ya ASELSAN'ın en gelişmiş elektronik kontrol sistemleri yerleştirildi. Üç ay içinde tabur seviyesinde bir birlik, her türlü imkana sahip şekilde konuşlandırıldı. Komando bölüğü, aceleyle düzenlenen cezaevinde nöbet tuttu. Havalandırma ve diğer altyapı işleri hızla tamamlandı. Şehit aileleri, Öcalan'ın yakınları ve avukatlarının giriş-çıkış yolları bile ayrı tutuldu – travmayı en aza indirmek için.
Güvenlik önlemleri, adeta bir kale inşası gibi titizlikle planlandı. Karada, denizde ve havada kuşatılmış bir ada... Tolon Paşa, "Her türlü emniyet tedbirini alıyorduk. İmralı, 2. derecede yasak bölge ilan edildiği için her türlü sorumluluk bize verildi. Hatta Deniz Kuvvetleri, denizden gelebilecek her türlü riske, tehdide karşı tedbir aldı. Havadan da çok ciddi tedbirler alındı" diyor. Adaya sızma ihtimaline karşı Deniz Kuvvetleri devredeydi, havadan helikopter devriyeleri uçuyordu. Bursa Bölge Komutanlığı'ndan bir kurmay albay, ada komutanı olarak atandı. Hatta ziyaretçilerin yanına kalem bile alınmıyordu! Paşa bunu şöyle açıklıyor: "Evet, yanınızda bozuk para, kalem bile götüremiyordunuz. Kalemi, defteri biz her türlü güvenlik kontrolünden sonra veriyorduk. Çünkü, o dönemde kalem silahlar vardı. Bununla Öcalan’a ya da avukatları, akrabalarına dönük bir saldırı olabileceğini dikkate aldık." Duruşma salonundaki kurşun geçirmez camlar bile Fransa'dan ithal edilmişti – hassasiyetin boyutu buradan belli.
Öcalan'ın günlük hayatı da mikroskop altında inceleniyordu. Zehirlenme riskine karşı alınan önlemler, adeta bir bilim kurgu senaryosunu andırıyordu. Tolon Paşa, ilk kez kamuoyuyla paylaştığı detayları şöyle sıralıyor: "Bölücü başının yiyeceği yemeklerin kontrolü de vardı. Yiyeceği yemeği getirmek için üç kişilik ekip beraber mutfağa gider. Mutfağın bir nöbetçi astsubayı vardır. Aşçısı, yamağı vardır. Kazanda er ve erbaşlar için de aynı yemek pişiyor. Bütün eratımız, subay, astsubay albay, infaz koruma memurları, Abdullah Öcalan da aynı yemeği yiyor." Prosedür inanılmazdı: Kazan karıştırılır, bir kepçe yemeğe alınıp aşçıya tattırılırdı. Sonra nöbetçi astsubay yer, ardından yemek kaplarına bölünürdü. Her adım imzalı defterlere kaydedilir, üç kişilik heyet arabayla cezaevine taşırdı. Tim sistemiyle çalışılıyordu; bir üye eksikse tim devre dışı kalırdı. Bu katı kurallar, ada ziyaretçilerinin son dönemde gevşediğini fark etmesine yol açıyordu. Tolon Paşa uyarıyor: "Son dönemde Ada’ya görevi gereği gidenler, bir zamanlar uygulanan önlemlerin sıkılığının bugün olmadığı izlenimi edinmiş. Aslında benzer durum Güneydoğu’da da var. Terör boşluk kaldırmaz. Aman dikkat!"
CHP'nin bugünkü kararı, tam da bu tarihi mirasın gölgesinde yankılanıyor. 1999'daki o titiz güvenlik mimarisi, bugün komisyon tartışmalarında zihinleri meşgul ediyor. AKP'nin şoku, sadece siyasi bir yenilgi değil; aynı zamanda bu hassasiyetin ne kadar derin olduğunu hatırlatan bir uyarı. Şehit aileleri ve gaziler, CHP'nin retini "Vefa borcu" olarak görüyor. Güneydoğu gerçeğini bilenler ise, "Bu adım, kardeşliği zedelemeden demokrasiyi korur" diyor. Komisyonun geleceği belirsiz, ama bir şey net: Türkiye, terörle mücadelede tavizsizliğini korumak zorunda. Bu karar, AKP'yi zora sokarken, muhalefetin cesaretini pekiştirdi. Peki ya sonrası? Siyasi satranç tahtasında yeni hamleler kapıda. Toplumun nabzı, bu krizin nasıl çözüleceğini merakla bekliyor – zira her gelişme, yarınlarımızı şekillendiriyor.