Çanakkale'nin o rüzgarlı kıyılarında, denizin tuzlu nefesiyle karışan bir hüzün var; dalgalar vurdukça, kumlara gömülü hikayeler fısıldar gibi. Çocukluk günlerinde, o sahil şeridinde koşan ayaklar, her adımda bir anıyı eşeler çıkarır. Kordon'un hemen dibinde, Hastane Bayırı'nın eteğine yaslanmış evler, sanki savaşı dün yaşamış gibi durur. O yıllarda, güneş batarken sahile inmek bir macera olurdu; suyun serinliğine dalmak, avuçladığın kumu incelemek... Her seferinde, parmak aralarında birkaç metal parçası parıldardı. Mermi kovanları, eski misketler, savaşın izlerini taşıyan o küçük kalıntılar, bir çocuğun hazinesine dönüşürdü. Arkadaşlarla toplanıp, bunları hurdacılara taşımak, cebe üç beş kuruş sokmanın en tatlı yolu sayılırdı. Ama o metal parçaların arkasında, bir milletin direnişi yatardı; toprağa kök salmış bir destan, unutulmaz bir zaferin sessiz tanıkları. Peki, ya bu tanıklar birer birer kaybolmaya başlarsa? Yağmur sonrası orman yangınlarında, söndürme ekipleri patlamamış bombalardan korkup geri çekilirse? Bu sorular, yılların birikimiyle yüreğe oturur; çünkü Çanakkale, sadece bir yer değil, bir ruhun yattığı yerdir. Hikaye burada başlıyor, ama asıl fırtına, o kalıntıların peşindeki gölgelerde kopuyor.
O çocukluk maceralarının ötesinde, Seddülbahir'in sarp kayalıklarında başka bir dünya gizliydi. Köylüler, denizin derinliklerini avuçlar gibi dalar, batık gemilerden pirinç, kurşun ve bakır parçalar çıkarırdı. Usta dalgıçlar, o karanlık sulara inerken, sanki bir hazine avına çıkardı; ama o hazine, zaferin bedeliydi. Yıllar içinde, kalıntılar azaldıkça, bazıları daha da ileri gitmiş; kazanan topların namlularını kesip, çarşı pazarlarda satmaya başlamıştı. O toplar, Conkbayırı'ndan Anafartalar'a uzanan siperlerin koruyucularıydı; şimdi ise parçalanmış halde, bir köşede tozlanıyordu. Bir keresinde, televizyon ekranlarında bu görüntüleri yakalamak, içimi yakmıştı; ARENA ekibi olarak, Çanakkale Şehitleri Abidesi'nin tamamlanması için yayınlar yapmıştık. Kameralarımızı tabyalara çevirmiş, para hırsıyla tahrip edenleri ekrana taşımıştık. O yayınlar, yetkililerin kulağına küpe olmuş; önlemler alınmış, ama yaralar derin iz bırakmıştı. Orman yangınlarında, ekiplerin tedirginliği hala aklımda; patlamamış bombalar, toprağın altında pusuda beklerken, alevler özgürce dans ederdi. Bu anılar, bir yasanın doğuşuna zemin hazırlar gibiydi; çünkü miras, sadece taş ve metal değil, bir milletin hafızasıdır. Ve o hafıza, yağmacılara karşı korunmaya muhtaçtır.
İşte tam bu noktada, bir haber gibi yıldırım çarpmışçasına düşmüştü aklıma: Odatv'de okuduğum o satırlar, "Çanakkale Savaşı'ndan kalan kültürel mirasa saygı" başlığı altında bir yasa hazırlığının başladığını fısıldıyordu. AKP'nin vakıflar ve turizme dair düzenlemeleri içeren torba yasa teklifi, TBMM Bayındırlık, İmar, Ulaştırma ve Turizm Komisyonu'ndan geçmişti. O teklifin sayfaları arasında, Çanakkale Savaşı kalıntılarının kültürel varlık statüsüne kavuşturulması yazılıydı; satılmaları, parçalanmaları yasaklanacaktı. Bu madde, sanki yılların ihmalini telafi etmek ister gibiydi; mermi kovanlarından gemilerin batıklarına kadar her parça, envantere kaydedilecekti. Tarihi Alan Başkanı İsmail Kaşdemir'in sözleri, bu yasanın ruhunu aydınlatıyordu; adamın sesinde, hem bir hüzün hem de kararlılık vardı. "Çanakkale Savaşı malzemeleri çarşıda, pazarda, birçok antika dükkanında satılır hale geldi," diyordu Kaşdemir, o derin bir iç çekişle. "Hatta, dijital mecralarda Çanakkale Savaşı malzemelerinin açık artırma usulüyle satıldığını görünce üzüldük ve bunları taşınır kültür varlığı statüsüne alarak derli toplu bir envanter kaydı ile ele alınıp satılmasının önlenmesini amaçladık." Bu cümleler, dinlerken boğazıma düğümlenmişti; çünkü o antika dükkanlarının raflarında, çocukluğumun hurdaları yatıyordu. Açık artırmalar, sosyal medyanın o hızlı akışında, bir tıkla zaferi satıyordu. Kaşdemir devam ediyordu: "Denizdeki savaş batıkları da bizim envanterimize giriyor. Gelibolu’da suyun altında 150 kilometrekarelik bir alanda su altı parkı oluşturduk. Denizin altındaki savaş batıklarını da bir kültürel miras olarak kabul edip buralarda aktiviteler yapmak istiyoruz." O 150 kilometrekarelik alan, bir su altı müzesi gibi canlanıyordu zihnimde; dalgıçlar artık hazine avı için değil, koruma için inecekti sulara.
Bu yasa teklifi, sadece bir kağıt parçası değil; bir uyanışın simgesi gibiydi. Düşünün ki, 110 yıl önce, o boğazda çarpışan gemiler, siperlerde yatan askerler, şimdi dijital pazarlarda müzayedeye çıkıyordu. Kaşdemir'in üzüntüsü, benim çocukluk pişmanlığımı katmerliyordu; o hurdacılara sattığım mermiler, belki de bir siperin son kurşunuydu. Teklifin komisyondan geçmesi, bir umut ışığı yakmıştı; vakıfların turizmle iç içe geçtiği bu düzenlemeler, mirası kalkan gibi saracaktı. Ama gecikmiş bir kalkan, değil mi? Zaferin üzerinden geçen on yıllar, kalıntıları eritmişti; topların namluları kesilmiş, batıklar yağmalanmıştı. Yine de, bu adım, gelecek nesillere bir nefes aldıracaktı. Tarihi Alan Başkanlığı, envanter çalışmalarını hızlandırmış; her parça, numaralandırılacak, korunacaktı. Su altı parkı fikri, turizmi de dönüştürecekti; ziyaretçiler, tüplü dalışla o batıklara dokunabilecek, hikayeleri suyun altında dinleyebilirdi. Kaşdemir'in vizyonu, Çanakkale'yi bir açık hava müzesine çeviriyordu; Gelibolu Yarımadası, sadece anıtlarla değil, suların derinlikleriyle de konuşacaktı.
Tarihi bağlamda, Çanakkale Savaşı bir dönüm noktasıydı; 1915'te, o dar boğazda, imkansız bir direniş doğmuştu. Düşman gemileri, mayın tarlalarına çarpıp yanarken, siperlerdeki Mehmetçik, toprağı kanıyla sulamıştı. O kalıntılar – mermiler, toplar, batıklar – zaferin somut kanıtlarıydı; hafızayı diri tutan mücevherler. Ama savaş sonrası yıllarda, yoksulluk onları hurdaya dönüştürmüştü; köylüler, geçim derdinde dalgıç olmuş, çocuklar sahilde avcı. Benim gibi nice nesil, o parçaları cebe indirmişti; farkında olmadan, mirası eritmişti. ARENA'nın o yayınları, bir çığlıktı; tabyalardaki tahribatı gösterip, yetkilileri harekete geçirmişti. Abide'nin tamamlanması, o çabaların meyvesiydi; şimdi ise yasa, yeni bir sayfa açıyordu. Kaşdemir'in sözleri, bu çabanın aciliyetini haykırıyordu; antika pazarları, açık artırmalar, hepsi birer yara iziydi. Dijital mecralar, o eski hurdaları globale taşıyordu; bir tıkla, bir İngiliz koleksiyoncunun eline geçiyordu zaferin parçası.
Reaksiyonlar, sessiz bir öfkeyle karışık bir umut dalgasıydı. Kaşdemir'in "üzüldük" demesi, binlerce Çanakkaleli'nin iç sesiydi; o pazarlardaki satışlar, bir ihanet gibi geliyordu. Yazar olarak, o haberi okurken, sahile dönmüş gibiydim; kumlar hala mermi kokuyordu. Keşke bu koruma, zaferin sıcaklığında gelseydi; 110 yıl sonra değil, o günlerde. Ama geç kalmış da olsa, bir adım ileriydi; envanter kaydı, satışı yasaklama, su altı parkı – hepsi, mirası yeniden diriltecekti. Turizm Komisyonu'ndaki kabul, yasanın yolunu açmıştı; şimdi meclis koridorlarında, tartışmalar alevlenecekti. Belki bazıları, "Geç bile kalındı" diyecekti; diğerleri, "Daha fazlası lazım" diyecekti. Ama Kaşdemir gibi isimler, sahada savaşıyordu; Gelibolu'nun 150 kilometrekarelik sularını, bir koruma ağına dönüştürmek için. O park, dalış turlarıyla dolacak; ziyaretçiler, batıklara bakarken, o eski direnişi hissedecekti. Aktiviteler, eğitimle harmanlanacaktı; çocuklar, mermileri kumdan değil, müzelerden tanıyacaktı.
Bu yasa, Çanakkale'yi yeniden tanımlayacaktı; turizmin gölgesinde, miras ön plana çıkacaktı. Vakıfların düzenlemeleriyle iç içe geçen bu teklif, turizmi sorumlu kılacak; oteller, rehberler, hepsi koruma zincirine dahil olacaktı. Hatırlayın, o orman yangınlarını; ekiplerin korkusu, bombaların gölgesinde söndürülmemiş alevlerdi. Artık, böyle sahneler azalacaktı; envanter, her parçayı takip edecekti. Kaşdemir'in açık artırma üzüntüsü, dijital devriyelerle bitecekti; o mecralar, satış yerine hikaye anlatacaktı. Kişisel olarak, o çocukluk harçlıklarını düşündükçe, bir utanç çöküyor; ama yasa, affın kapısını aralıyor gibi. Gelecek nesiller, sahilde kum ararken, bir uyarı tabelasıyla karşılaşacaktı: "Bu toprak, hafızadır; dokunmayın." Su altı parkı, bir cazibe merkezi olacaktı; tüplerle inenler, gemilerin hayaletlerini görecek, zaferin derinliğini anlayacaktı.
Sonuçta, bu yasa bir veda değil, bir başlangıç; 110 yılın gecikmesini telafi etmek için atılan bir adım. Kaşdemir'in sözleri, yüreğe dokunuyor; o üzüntü, hepimizin payı. Çanakkale, dalgalarıyla fısıldamaya devam edecek; batıklar, kalıntılar, hepsi korunacak. Turizm, yağma değil, saygı üzerine kurulacak; komisyonun onayı, meclisin yeşiliyle taçlanacak. O sahil, çocuk kahkahalarıyla dolarken, mermiler müzelerde parıldayacak. Zaferin mirası, sonsuza dek yaşayacak; bu yasa, o mirasın kalkanı. Dalgalar vurdukça, hikaye yeniden anlatılacak – koruma, en büyük zaferdir.
            
            
                            
                            
                            



