Türkiye'nin siyasi gündemi, son günlerde İmralı ziyaretleri, ana muhalefet koltuğu kavgası ve terör örgütü PKK'nın Suriye'deki hamleleriyle adeta bir fırtınaya dönüştü. DEM Parti'nin İmralı Heyeti Üyesi Pervin Buldan'ın sosyal medyada paylaştığı bir mesaj, CHP'yi hedef alarak "Bundan sonra ana muhalefet partisi DEM Parti'dir. Nokta!" diye haykırdı. Bu sözler, CHP'nin İmralı'ya gitmeme kararını eleştiren bir çıkış olarak yorumlandı ve Buldan, CHP'yi "kendini yok etmiş" olarak niteledi. Ancak, bu iddialı paylaşım, vatandaşlardan gelen yoğun tepkiler üzerine hızla silindi. Siyasi arenada yankılanan bu olay, sadece partiler arası bir atışma değil; aynı zamanda Türkiye'nin terörle mücadele geçmişini, şehitlerin anısını ve ulusal güvenliği sorgulatan bir tartışma zincirini tetikledi. Peki, bu çıkışın arkasında yatan dinamikler neler ve halkın nabzı nasıl atıyor? Konu, adım adım derinleşirken, aç tavuğun kendini arpa ambarında görmesi gibi bir yanılsamayı andıran bu tablo, siyasetin gerçek yüzünü bir kez daha gözler önüne seriyor.
Pervin Buldan'ın paylaşımı, tam da CHP'nin İmralı heyetine katılmama kararının sıcaklığını koruduğu bir dönemde patlak verdi. Buldan, CHP yönetimini eleştirerek, bu tercihin partiyi "yok ettiği"ni ima etti ve DEM Parti'yi ana muhalefet konumuna yerleştirdi. Bu sözler, sosyal medyada anında yankı buldu; ancak olumlu bir yankı değil, tam tersine sert bir tepki dalgası. Vatandaşlar, DEM Parti'nin PKK bağlantıları nedeniyle bu iddiayı "ciddiyetsiz" buldu ve paylaşımlar yağmur gibi yağdı. Buldan, baskının ağırlığı altında mesajını silmek zorunda kaldı, ama silinen bir paylaşım bile siyasi hafızada iz bırakıyor. Bu olay, CHP'nin aldığı kararın ne kadar kritik olduğunu da ortaya koydu: Eğer CHP, İmralı ziyaretine evet deseydi, tabanında deprem etkisi yaratır, önemli bir seçmen kitlesini kaybederdi. Parti yönetimi, bu riski görerek doğru bir adım attı; zira CHP'nin kimliği, terörle mücadelede net bir duruşu gerektiriyor. Buldan'ın çıkışı ise, DEM Parti'nin ana muhalefet hayalini bir "aç tavuk" metaforuyla özetliyor: Gerçeklikten kopuk bir kendini beğenmişlik.
Bu tartışma, sadece partiler arası bir rekabetle sınırlı kalmadı; aksine, Türkiye'nin derin yaralarını deşti. Halkın büyük bir kesimi, terör örgütü PKK'nın lideri Abdullah Öcalan'ı "bebek katili" olarak anıyor ve onun özgür bırakılması fikrine şiddetle karşı çıkıyor. Öcalan'ın akıttığı kanlar, Türkiye'nin doğusundan batısına kadar milyonlarca insanın hafızasında taze; şehit edilen askerler, polisler ve sivillerin acısı hâlâ dinmemiş. Şehit aileleri ve gaziler, bu süreçte en çok sesini yükselten kesim oldu. Onlar, yıllardır "Şehitlerin kanı yerde kalmayacak" sloganıyla teselli bulurken, şimdi aynı sloganı sorguluyor: Ne oldu da bu kanlar yerde kalıyor? Aileler, miting meydanlarında ip atarak Öcalan'ın asılmasını talep eden günleri hatırlatıyor ve bugünkü tabloya isyan ediyor. Özellikle MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli'nin, bir zamanlar idam çağrısı yapan kendisinin şimdi Öcalan'a özgürlük isteyen bir çizgiye kayması, şehit yakınlarını derinden yaralıyor. Bu çelişki, "Anlam veremiyoruz" dedirten bir soru işareti bırakıyor ve halkın güvenini sarsıyor.
Şehit ailelerinin feryatları, sadece duygusal bir patlama değil; aynı zamanda politik bir hesaplaşma. Yıllardır süren terörle mücadelede, devletin "emanet" olarak gördüğü şehit kanlarının korunması, milli bir vicdan meselesi. Gaziler, protez bacaklarıyla sokaklara dökülüp, "Biz bu vatan için bedel ödedik, şimdi ne değişti?" diye soruyor. Bu sesler, sosyal medyadan sokaklara, mitinglerden aile sohbetlerine kadar yayılıyor. Hükümetin bir dönemler "kan yerde kalmayacak" diye verdiği sözler, şimdi Öcalan'ın İmralı'daki konforuyla tezat oluşturuyor. Aileler, bu ikilemi affetmiyor; zira her yeni gelişme, yaraları yeniden kanatıyor. Bahçeli'nin dönüşümü ise, ittifak siyasetinin bir kurbanı gibi görülüyor: Bir liderin meydanlardaki ateşli konuşmaları, masa başı anlaşmalarla nasıl yumuşayabiliyor? Bu soru, MHP tabanında da çatlaklar yaratıyor ve ittifakın geleceğini sorgulatıyor. Sonuçta, şehitlerin gölgesinde siyaset yapmak, her adımı hesaplı atmayı gerektiriyor; aksi halde, halkın tepkisi tsunami gibi geri döner.
PKK'nın son hamleleri ise, bu siyasi karmaşanın en karanlık yüzünü aydınlatıyor. Örgüt, "silah bırakıp kendini lâğvettiği" iddiasıyla şov yapıyor; mangal partilerinde birkaç tüfek yakıp, milleti kandırmaya çalışıyor. Gerçekte ise, PKK dağılmış değil; aksine, Suriye'nin kuzeyinde SDG adıyla yeniden doğmuş ve daha güçlü bir pozisyona yerleşmiş durumda. Bu değişim, sadece bir isim oyunu değil; örgütün uluslararası arenada meşruiyet kazanma çabası. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, bu tehdidi net bir şekilde ortaya koydu: AKP Genel Merkezi'nde milletvekilleriyle bir araya geldiği toplantıda, SDG'nin Suriye'nin milli birliğini bozduğunu ve Türkiye'nin ulusal güvenliği için tehlike arz ettiğini vurguladı. Fidan'ın sözleri, “SDG’nin mevcut yapısı Suriye’nin milli birliği kadar Türkiye’nin ulusal güvenliği için de tehdit oluşturmaktadır” şeklinde yankılandı. Bu uyarı, PKK'nın Suriye'deki kolunun ne kadar sinsi bir ağ kurduğunu gösteriyor; örgütün silahlı unsurları, sınır ötesinde pusuda beklerken, içerideki uzantıları siyaseti zehirliyor.
Fidan'ın değerlendirmeleri, devletin üst düzeyde terörle mücadelede ne kadar uyanık olduğunu kanıtlıyor. SDG'nin yapısı, PKK'nın taktiksel bir evrimi: Silahlı mücadele yerini hibrit bir yapıya bırakmış, ama hedef aynı –Türkiye'yi kuşatmak. Bakanın milletvekillerine yaptığı brifing, bu tehdidin boyutlarını masaya yatırdı; Suriye'nin kuzeyindeki kamplar, lojistik hatlar ve uluslararası destekler, PKK'yı besleyen damarlar. Bahçeli'nin bu gerçekleri öğrenmesi için Fidan'la görüşme yapması önerisi, ittifak içindeki koordinasyon eksikliğini ima ediyor. Zira, MHP'nin geleneksel milliyetçi duruşu, PKK'ya karşı sıfır toleransı gerektirirken, son dönemdeki yumuşama sinyalleri kafa karıştırıyor. PKK'nın şovları –silah yakma törenleri gibi– sadece iç kamuoyunu yatıştırma çabası; gerçek güç, Suriye'de SDG bayrağı altında konsolide oluyor. Bu tablo, Türkiye'nin sınır güvenliğini yeniden tanımlamayı zorunlu kılıyor; Fidan'ın "tehdit" nitelemesi, ordunun olası operasyonlarını da gündeme getiriyor.
Bu siyasi teessürün ortasında, biraz tebessüm için Süleyman Demirel'in fıkralarına sığınmak kaçınılmaz oluyor. 9. Cumhurbaşkanı "cennet mekan" Demirel, fıkra anlatma ustasıydı; DYP lideri olduğu günlerde, iktidardaki partiyi eleştirmek için Timurlenk'in filini örnek verirdi. O meşhur fıkra şöyle: Timurlenk, Akşehir'i zapt ederken Nasreddin Hoca'nın köyüne bir fil hediye etmiş. Fil o kadar obur ki, köydeki her şeyi yiyip bitirmiş. Köylüler dayanamayıp, "Timurlenk'e şikayet edelim" diye Hoca'ya gitmiş. Hoca önde, köylüler arkada yola koyulmuş; ama Timur'un makamına varınca, köylüler korkudan sıvışmış, Hoca yalnız kalmış. Çatık kaşlı Timur'un karşısına çıkan Hoca, "Sultanım, köye fil hediye etmiştiniz ya" demiş. Timur kükremiş: "Eee, ne olmuş? Beğenmediniz mi?" Hoca sakin: "Beğendik efendim, ama fil erkek. Köy halkı bir dişi fil daha istiyor; çiftleşsinler, yavruları olsun, köy şenlensin."
Demirel, bu fıkrayı bitirince "İşte" derdi, "Halk, Timurlenk'in filine benzeyen bir yönetim yüzünden sırtındaki hırkayı, pantolonu kaybetti. Bunlar seçimi yeniden kazanırsa, milletin donunu da alacak, herkes çırılçıplak kalacak!" Bu hikaye, günümüz siyasetine cuk oturuyor: İktidarın baskıları altında halk, birer birer sıvışıyor; kalanlar ise, "Daha da kötüsü ne ki?" diye ironik bir direniş sergiliyor. Demirel'in mizahı, o dönemlerin ekonomik sıkıntılarını yansıtırken, bugün de benzer bir baskı ortamını çağrıştırıyor. Fıkra, sadece güldürmekle kalmıyor; siyasetin absürtlüğünü de ifşa ediyor.
Demirel fıkralarının gücü, tam da bu evrensellikte yatıyor. Timurlenk'in fili gibi, bazı yönetimler oburca kaynakları tüketirken, halk Nasreddin Hoca gibi zekice manevralar yapmak zorunda kalıyor. Günümüzde de, ekonomik krizler, terör tehditleri ve siyasi kutuplaşmalar, milleti "çıplak" bırakma riski taşıyor. Demirel'in sözleri, 1990'ların koalisyon kaosunu anlatırken, 2025'in karmaşasına da ışık tutuyor: Seçim sonrası vaatler erirken, gerçekler filin oburluğu gibi ortaya çıkıyor. Bu tebessüm molası, ağır siyasi gündemin arasında nefes aldırıyor; ama aynı zamanda, "Tarih tekerrürden ibaret" dedirtiyor.
Günün sözü ise, siyasetin özünü yakalayan bir özlü sözle noktalanıyor: “Her şey liderle yükselir ve ona bağlı olarak yere çakılır!” Bu ifade, liderlerin hem yükseklik hem de çöküş gücünü hatırlatıyor; Bahçeli'nin dönüşümü, Buldan'ın silinen paylaşımı veya Fidan'ın uyarıları gibi olaylar, tam da bu dinamikte dönüyor. Liderler, halkı yukarı taşırken bir hata, her şeyi yerle bir edebiliyor.
Sonuçta, Pervin Buldan'ın "ana muhalefet" iddiası, aç bir tavuğun hayalini andırırken, İmralı tartışmaları şehitlerin gölgesinde büyüyor. PKK'nın SDG şovları, Fidan'ın tehdit uyarıları ve Demirel'in fıkrası, Türkiye'nin siyasi mosaic'ini tamamlıyor. Halk, bu kaosta tebessüm ararken, asıl soru şu: Liderler, yükseğe mi yoksa çukura mı sürüklüyor? Bu fırtına, belki de yeni bir uyanışın habercisi.