Avrupa Birliği ile Amerika Birleşik Devletleri arasındaki transatlantik ittifak, son günlerde beklenmedik bir güven bunalımıyla karşı karşıya kaldı. Beyaz Saray'ın geçen hafta açıkladığı yeni Ulusal Güvenlik Stratejisi, AB'yi doğrudan hedef alarak "Avrupa'da siyasi özgürlüğü ve egemenliği baltalamak", "ifade özgürlüğünü sansürlemek" ve "siyasi muhalefeti baskı altına almak" gibi ağır ithamlarla suçluyor. Bu belge, sadece diplomatik bir uyarı olmanın ötesinde, Avrupa'nın iç işlerine doğrudan müdahale sinyali veriyor. Trump yönetiminin bu yaklaşımı, göç politikaları üzerinden "Avrupa medeniyetinin yok olma tehlikesi"nden bahsederek kıtayı eleştiriyor ve hatta Avrupa ülkelerindeki mevcut gidişata karşı direnişi bizzat teşvik edeceğini, AB karşıtı aşırı sağcı partileri destekleyeceğini açıkça belirtiyor. Bu strateji, Rusya'yı bir tehdit olarak değerlendirmemesiyle de dikkat çekiyor; Moskova'da büyük memnuniyet yaratırken, Avrupa'da derin soru işaretleri uyandırıyor. NATO'nun uzun yıllardır sürdürdüğü ortak analizlerde Rusya'nın transatlantik güvenliği için en büyük tehlike olarak tanımlanmasına rağmen, ABD'nin bu tutumu ittifakın temel taşlarını sarsıyor.
Avrupa Konseyi Başkanı Antonio Costa, bu gelişmelere Brüksel'de katıldığı bir konferansta en net tepkiyi verdi. Costa, ABD'nin Avrupa siyasetine müdahale etme tehdidini "kabul edilemez" olarak nitelendirerek, "Avrupa siyasetine müdahale etme tehdidini kabul edemeyiz" dedi. Ona göre, ABD'nin Avrupa vatandaşlarının yerine geçip siyasi partiler hakkında karar veremeyeceğini ve ifade özgürlüğü vizyonunu dayatamayacağını vurguladı. Costa, Trump yönetimi ile iklim değişikliği gibi konulardaki görüş ayrılıklarının "görüş ayrılıklarının çok ötesine geçtiğini" belirterek, "Ancak müttefiksek, müttefik gibi davranmalıyız" ifadesini kullandı. Bu sözler, sadece bir eleştiri değil, aynı zamanda bir çağrı niteliğinde; ABD'nin önemli bir müttefik ve ekonomik partner olduğunu kabul etmekle birlikte, "Avrupa egemen olmalı" diye ekledi. Costa, belgenin ABD'nin Avrupa'yı müttefik olarak görmeye devam ettiğine işaret ettiğini söylerken, Kremlin'in stratejiden duyduğu memnuniyeti "endişe verici" olarak tanımladı. Bu açıklama, AB'nin kendi kaderini tayin etme hakkını savunan bir manifesto gibi yankılandı ve kıtada geniş yankı buldu.
Kremlin cephesinden gelen tepkiler ise gerilimi daha da artırdı. Kremlin Sözcüsü Dimitri Peskov, Rus basınına yaptığı açıklamada, Trump'ın stratejisinin "büyük ölçüde kendi vizyonlarıyla örtüştüğünü" duyurdu. Bu ifade, Moskova'da stratejiyi memnuniyetle karşılandığını gösteriyor ve Avrupa'da şüpheleri pekiştiriyor. Peskov'un sözleri, ABD'nin Rusya'yı tehdit olarak sınıflandırmamasının tesadüf olmadığını ima ediyor; tam tersine, iki taraf arasında dolaylı bir uyum sinyali veriyor. Bu durum, Ukrayna'daki devam eden çatışmalar ve Rusya'nın militarist revizyonizmi göz önüne alındığında, transatlantik ittifakı daha da kırılgan hale getiriyor. NATO'nun resmi analizlerine göre, Rusya'nın Ukrayna'ya saldırısı "savaşın Avrupa'ya geri dönmesine yol açtı" ve bu, herkes için apaçık bir gerçek olarak kabul ediliyor. Ancak ABD'nin yeni stratejisi, bu analize katılmayarak, Avrupa'nın jeopolitik manzarasını karmaşıklaştırıyor.
Alman hükümeti, bu krizde ön saflarda yer alarak diplomatik bir denge kurmaya çalışıyor. Friedrich Merz başbakanlığındaki hükümet, transatlantik ittifakındaki derinleşen uçuruma rağmen iplerin tamamen kopmasını önleme çabasını sürdürüyor. Merz'in henüz doğrudan bir açıklama yapmadığı biliniyor, ancak hükümetin genel tutumu net: AB-ABD geriliminin büyümesini istemiyorlar, zira bu Rusya'nın ekmeğine yağ sürer. Almanya Dışişleri Bakanı Johann Wadephul, geçen hafta yaptığı ilk açıklamada, ABD'nin Almanya'nın NATO müttefiki olduğunu vurgulayarak suçlamaları reddetti ve "Hiç kimsenin tavsiyesine ihtiyacımız yok" dedi. Wadephul, uzmanlarla birlikte stratejiyi inceleyeceklerini aktarırken, bu belgenin ideolojik bir saldırı olarak görüldüğünü ima etti. Hükümet sözcü vekili Sebastian Hille ise bugünkü olağan basın toplantısında daha detaylı bir değerlendirme yaptı. Hille, tarihsel, ekonomik ve kültürel bağlar nedeniyle ABD ile yakın ortak kalınacağını söylerken, suçlamaları kesin bir dille reddetti: "Bununla irtibatlı saldırıları, bir stratejiden öte ideolojik olarak görüyoruz." Siyasi özgürlükler ve ifade özgürlüğünün AB'nin temel değerleri olduğunu vurgulayan Hille, ABD'nin jeopolitik analizlerine katılmadığını belirtti. Özellikle, "Strateji Rusya'yı bir tehdit olarak sınıflandırmıyor. Bu değerlendirmeyi paylaşmıyoruz. Biz NATO'nun ortak analizine bağlı kalmaya devam ediyoruz. NATO'ya göre Rusya, transatlantik güvenliği için bir tehlike ve tehdit oluşturmaktadır" diye konuştu. Bir gazetecinin sorusuna yanıt olarak Hille, "NATO'ya göre, Avrupa'da barış, özgürlük ve istikrar için en büyük tehdit Rusya. Ve Rusya'nın militarist revizyonizmi, Avrupa-Atlantik güvenliğini bir bütün olarak tehlikeye atmaktadır... Rusya, Ukrayna'ya saldırarak savaşın Avrupa'ya geri dönmesine yol açtı. Bunun için başka kanıta gerek yok, bu herkes için apaçık ortada" yanıtını verdi. Hille'nin açıklamaları, sadece savunma değil, aynı zamanda bir stratejik yönelim içeriyor: "ABD'nin stratejisi, kararlılıkla ilerlediğimiz yaklaşımımızı da güçlendiriyor: Avrupa, hızla kendi güvenliğini büyük ölçüde kendi başına sağlayabilecek duruma gelmeli. Tek taraflı bağımlılıklar ortadan kaldırılmalı, ekonomik açıdan da çeşitlendirme, günün bir gerekliliğidir." Bu sözler, Avrupa'nın savunma özerkliğine geçişini hızlandırma çağrısı olarak yorumlanıyor.
Alman siyaset sahnesinde de tepkiler çeşitlilik gösteriyor ve bu, iç dinamikleri de etkiliyor. CDU milletvekili Norbert Röttgen, Trump yönetiminin Avrupa ve Almanya'daki siyasi dinamiklere kendi ideolojisi doğrultusunda müdahale etmek istediğini, bunun için de "Avrupa'daki liberal demokrasinin iç düşmanlarıyla işbirliği yapmakta olduğunu" söyledi. Röttgen'in bu çıkışı, ABD'nin aşırı sağcı unsurları destekleme niyetini doğrudan eleştiriyor ve liberal demokrasinin korunması gerektiğini vurguluyor. CDU'lu Roderich Kiesewetter ise daha sert bir tonda, Almanya ile ABD'nin artık ortak değerleri paylaşmadığına dikkat çekti ve Trump yönetimini "kurallara dayalı düzenin ve değerlerinin düşmanı" olarak nitelendirdi. Kiesewetter, "Avrupa; ABD, Rusya ve Çin'in oyuncağına dönüşmemeli" uyarısı yaparak, Almanya'nın liderlik sergilemesi gerektiğini belirtti. Bu uyarı, kıtanın jeopolitik bağımsızlığını savunan bir manifesto gibi duruyor. SPD Dış Politika Sözcüsü Adis Ahmetovic, "Başkan Trump ve ekibi, ABD'de olduğu gibi kıtamızda da hızla otoriter bir sistem kurmak istiyor" diyerek, Trump liderliğindeki Amerika'nın "eskisi gibi güvenilir bir müttefik olarak görülmediğini" vurguladı. Ahmetovic'in sözleri, otoriterleşme korkusunu ön plana çıkarıyor ve Avrupa'nın kendi yolunu çizme zorunluluğunu ima ediyor. Yeşiller Partisi milletvekili Agnieszka Brugger ise, "Trump'ın zorbalık yöntemlerine bir kez boyun eğenler, yarın daha fazla aşağılanacak ve şantaja maruz kalacak" uyarısında bulundu. Brugger, özellikle Ukrayna bağlamında sert bir eleştiri getirerek, "ABD Ukrayna'yı yüzüstü bırakıp, savaş suçlusu Putin'in acımasız savaşın galibi olarak sahneden çekilmesine izin verirse, işte o zaman Avrupa ile ciddi bir sorun yaşar" dedi. Bu ifadeler, ittifakın geleceğini sorgulatan bir derinlik taşıyor.
Öte yandan, Avrupa'daki aşırı sağcı partiler bu stratejiden memnuniyet duyuyor ve bunu kendi ajandalarına uyarlıyor. Özellikle Almanya'daki AfD, son anketlerde ilk sıraya yükselmişken, bu belgeyi bir fırsat olarak görüyor. AfD Eş Genel Başkanı Alice Weidel, sosyal medya hesabından "Beyaz Saray, Avrupa ekonomisinin 'çöküşünü' eleştiriyor ve Avrupa 'medeniyetinin yok olacağı' konusunda uyarıda bulunuyor. Bu gelişmeler devam ederse, 20 yıl içinde kıta tanınmaz hale gelecek. Bu yüzden AfD'ye ihtiyaç var!" paylaşımını yaptı. Weidel'in bu çıkışı, ABD stratejisinin aşırı sağın yükselişini tetikleyebileceğini gösteriyor; zira belge, göç ve medeniyet eleştirilerini AfD'nin tezleriyle örtüştürüyor. Bu durum, Avrupa'da iç bölünmeleri artırabilir ve AB'nin birliğini zorlayabilir.
Tarihsel bağlamda bakıldığında, transatlantik ittifak Soğuk Savaş döneminden beri ekonomik, kültürel ve askeri bağlarla örülmüş bir yapı. Ancak Trump yönetiminin bu yeni yaklaşımı, NATO'nun Rusya tehdidi analizlerindeki tutarlılığı bozuyor ve Avrupa'yı kendi savunma mekanizmalarını güçlendirmeye itiyor. Ukrayna savaşı gibi güncel olaylar, bu gerilimi daha da somutlaştırıyor; Rusya'nın saldırganlığı Avrupa'ya barış ve istikrarı tehdit ederken, ABD'nin sessizliği ittifakı test ediyor. Alman hükümetinin ekonomik çeşitlendirme çağrısı, enerji ve ticaret bağımlılıklarını azaltma ihtiyacını hatırlatıyor. Siyasetçilerin uyarıları, Avrupa'nın ABD, Rusya ve Çin gibi güçler arasında ezilmemesi için liderlik yapması gerektiğini vurguluyor.
Bu krizin implikasyonları geniş: AB'nin egemenlik vurgusu, NATO içindeki ayrılıkları derinleştirirken, aşırı sağın desteklenmesi iç politikaları zehirleyebilir. Trump'ın zorbalık yöntemleri, bir kez kabul edilirse şantaja dönüşebilir; Ukrayna'nın terk edilmesi ise Putin'e zafer kazandırır. Avrupa, hızla kendi güvenliğini üstlenerek tek taraflı bağımlılıklardan kurtulmalı. Costa'nın "müttefik gibi davran" çağrısı, sadece bir slogan değil, kıtanın geleceğini belirleyecek bir manifesto. Transatlantik ittifakın bu sınavdan nasıl çıkacağı, önümüzdeki aylarda belli olacak – ancak şu anki tablo, derin bir dönüşümün habercisi.