Yaşam

1979 İran Devrimi: Özgürlük Rüyası Nasıl Teokrasi Kabusuna Dönüştü?

İran devrimi sırları ifşa! 50 yıl önce Tahran'ın kozmopolit sokaklarından Şah'ın sürgününe, Humeyni'nin zaferinden rehine krizine: Petrol laneti, CIA darbesi, Kara Cuma katliamı ve ihanet dolu sözler. Kadın hakları çöküşü, savaş vahşeti ve bugünkü idam dalgası – özgürlük arayışının teokrasi tuzağına nasıl düştüğünü öğrenin, tarihin dönüm noktasını hemen keşfedin!

1979 İran Devrimi, modern Orta Doğu tarihinin en çarpıcı kırılmalarından biri olarak, özgürlük ve adalet haykırışlarının nasıl baskıcı bir teokrasiye dönüştüğünü gözler önüne seriyor. Bugün birçok kişi İran'ı ahlak polisinin baskın olduğu, katı kıyafet kurallarının hâkim kıldığı bir rejim olarak hayal ediyor; ancak yarım yüzyıl önce Tahran, bambaşka bir tablo çiziyordu. Kozmopolit bir metropol, modern yaşamın geleneksel unsurlarla iç içe geçtiği, farklı dinlerden komşuların bir arada yaşadığı bir mozaik. İran-Amerikalı yazar Roya Hakyan, Yahudi bir ailede büyüyerek bu çeşitliliği bizzat deneyimlediğini anlatıyor: Kadınların bir kısmının başörtüsüz dolaştığı, kültürel zenginliğin her köşede hissedildiği bir şehir.

Bu nostaljik anılar, 1978'de patlak veren devrimin arka planını aydınlatıyor; milyonlarca İranlı, Şah Muhammed Rıza Pehlevi'nin 37 yıllık diktatörlüğünden kurtulmak için sokaklara dökülmüştü. Adalet ve siyasi özgürlük talepleriyle başlayan bu hareket, Şah'ın 16 Ocak 1979'da eşi Farah Diba ile birlikte ülkeyi terk etmesiyle doruğa ulaştı. Resmi açıklama "tatil" olsa da, herkes bunun kalıcı bir sürgün olduğunu biliyordu. Modern tarih profesörü Ali Ansari, babasının Şah döneminde İran büyükelçisi olduğunu belirterek, bu dönemin özgürlük arayışının nasıl teokrasiye evrildiğini vurguluyor. Pehlevi hanedanının sonu, demokrasi vaat eden bir devrimin ilk başarısızlığıydı; zira Şah'ın gidişinden sadece iki hafta sonra, 1 Şubat 1979'da Ayetullah Ruhullah Humeyni, 15 yıllık sürgünden dönerek milyonlarca taraftarı tarafından kurtarıcı gibi karşılandı. Birkaç hafta içinde İslami Cumhuriyet ilan edildi ve Orta Doğu'nun en modern ülkesi, teokratik bir yapıya büründü. Bu dönüşüm, Şah'ın iktidara yükselişinden Humeyni'nin vaatlerine kadar uzanan karmaşık bir zincirin ürünüydü; petrol zenginliği, yabancı müdahaleler ve iç gerilimler, devrimin tohumlarını yıllarca sulamıştı.

Pehlevi hanedanının kısa ömürlü hikâyesi, İran'ın kaderini şekillendiren küresel güçlerin gölgesinde başlıyor. Mohammed Rıza Pehlevi, II. Dünya Savaşı'nın tam ortasında, 1941'de tahta çıktı. İngiltere ve Sovyetler Birliği'nin işgali, Nazi Almanyası'nın İran'ın stratejik petrol rezervlerine erişimini önlemek ve Sovyetlere tedarik yollarını güvence altına almak amacıyla gerçekleşmişti. 16 yıl iktidarda kalan babası Rıza Şah, baskı altında tahttan indirildi; 21 yaşındaki oğlu Mohammed Rıza, genç ve deneyimsiz bir hükümdar olarak devraldı. İşgal 1946'da sona erse de, Amerikan askerleri çekilirken müttefikler İran'ı Soğuk Savaş'ın sıcak bir odak noktası haline getirdi. Şah, İsviçre'de eğitim almış, Fransızca, İngilizce ve Farsça bilen bir kozmopolitti; hızlı arabalara, kayak yapmaya, modern teknolojilere ve Batı kültürüne duyduğu tutku, onu geleneksel İran toplumundan ayırıyordu. Erken dönem İran'ı fakir ve kırsal bir yapıdaydı; savaş yaralarından kurtulmaya çalışan bir ülke, yer altındaki petrol hazinesiyle kaderini değiştirecekti. Bu hanedan, modernleşme rüzgârlarıyla esen bir imparatorluk hayali kurarken, dış güçlerin manipülasyonları ve iç reformların yarattığı gerilimler, tahtı sallamaya başladı. Şah'ın erken yılları, uluslararası ittifakların ve ekonomik dönüşümlerin laboratuvarı gibiydi; zira petrolün keşfiyle birlikte İran, küresel arenada bir satranç tahtası haline gelmişti.

Petrolün İran için nimet mi yoksa lanet mi olduğu sorusu, ülkenin ekonomik ve siyasi kaderini belirleyen bir paradoks olarak ortada duruyor. 1908'de bir İngiliz şirketi, İran'ın güneybatısında devasa petrol rezervlerini keşfetti; bu, British Iranian Oil Company'nin dünyanın en büyük rafinerilerinden birini kurmasına yol açtı ve milyonlarca litre ham petrolün çıkarılmasını sağladı. Ancak anlaşma, İran'a kârın yalnızca küçük bir payını bırakıyor; büyük kısmı şirket ve İngiliz hükümetine akıyordu. 1950'lerde bu eşitsizlik, İranlılarda derin bir öfke uyandırdı. 1951'de İran parlamentosu, petrol endüstrisini millileştirme kararı aldı; Başbakan Musaddık, bu hamleyle ulusal egemenliği savunuyordu. İngiltere'nin tepkisi acımasızdı: İran petrolüne tam boykot, ekonomiyi felç etti, devlet hazinelerini boşalttı. Ekim 1952'de Musaddık, İngiliz büyükelçiliğini kapatarak diplomatik ilişkileri kesti; bu, emperyalizme karşı bir duruşun simgesiydi. Petrolün laneti burada kendini gösterdi: Zenginlik vaat eden kara altın, yabancı kontrolü pekiştirerek iç istikrarsızlığı körüklüyordu. Millileştirme girişimi, İran'ı uluslararası izolasyona sürüklerken, Şah'ın reform hayalleriyle çelişen bir ekonomik kriz yarattı. Bu dönem, petrolün sadece bir kaynak değil, jeopolitik bir silah olduğunu kanıtladı; zira Batılı güçler, kaynaklara erişimi korumak için her türlü müdahaleyi meşru görüyordu. İranlılar için petrol, bağımsızlık mücadelesinin hem yakıtı hem de zinciri haline geldi.

1953 darbe girişimi, İran tarihinin en karanlık sayfalarından biri olarak, yabancı istihbaratın doğrudan müdahalesini simgeliyor. CIA ve İngiliz MI6, "Ajax Operasyonu"nu başlattı –adını Amerikan temizlik markasından esinlenerek ironik bir şekilde koydular. Operasyon, gazeteciler, din adamları, çeteler ve askeri yetkililerle titizlikle planlandı; amacı, Musaddık'ı devirip Şah'a tam yetkiyi geri vermekti. CIA'nin Yakın Doğu şubesi başkanı Kermit Roosevelt Jr. tarafından yönetilen bu darbe, Soğuk Savaş'ın ön saflarında İran'ı konumlandırdı. 15 Ağustos'taki ilk girişim başarısız oldu; ancak 19 Ağustos'taki ikincisi, Şah yanlısı güçlerin hükümet binalarına saldırmasıyla zaferle sonuçlandı. Musaddık'ın destekçileri direndi ama gece yarısına kadar her şey bitti; Musaddık tutuklandı ve vatana ihanetle suçlandı. Üç yıl hapis yattıktan sonra ev hapsinde 1967'de öldü. Darbe sonrası petrol ticareti, uluslararası bir konsorsiyumla yeniden yapılandırıldı; British Iranian Oil Company ve beş büyük Amerikan şirketi dahil edildi. İran, operasyonlardan tam kontrol alamadı ama kârın yarısını almaya başladı. ABD desteğiyle Şah, daha otoriter bir yönetim biçimine geçti; bu, İran'ı Batı'nın sadık bir müttefiki yaparken, iç muhalefeti bastıran bir diktatörlüğe dönüştürdü. Ajax Operasyonu, demokrasi girişimlerini ezen bir model olarak tarihe geçti; Musaddık'ın mirası, ulusalcı direnişin sembolü haline geldi. Bu darbe, petrolün ötesinde, emperyalizmin iç işlere sızmasını somutlaştırdı ve Şah'ın tahtını kurtarırken, devrimin tohumlarını ekti.

Şah'ın 1963'te başlattığı Beyaz Devrim, modernleşme vaadiyle İran'ı dönüştürme girişimiydi; ancak tepeden inme reformlar, kültürel çatışmaları derinleştirdi. ABD desteğiyle yürütülen bu program, "beyaz" adını kanlı devrimlere karşı barışçıl değişimi simgeleyerek aldı. Arazi reformu, feodal toprak sahiplerinin gücünü kırdı; kadınlara oy hakkı tanındı, okuryazarlık kampanyaları kırsalda eğitim seferberliği başlattı. Pehlevi hanedanı, İran'ı geleneksel bir toplumdan sanayileşmiş, seküler bir ülkeye evriltmekle övülür; şehir manzaraları değişti, kadınlar iş gücüne massal katılım sağladı –*toplumun yüzde 50'si çeşitli mesleklerde yer almaya, iş gücüne girmeye davet edildi.* Ancak reformlar, birçok İranlı tarafından kültürel yabancılaşma olarak görüldü: Batılılaşma, İslam hukuku ve geleneklere aykırı bir dayatma gibi algılandı. 1957'de CIA ve Mossad desteğiyle kurulan SAVAK gizli polisi, işkence ve baskıyla ünlendi; İran ve İsrail'in 1979 öncesi yakın müttefikliği, bu dönemde zirveye ulaştı. Beyaz Devrim'in olumlu etkileri, kadınların eşit vatandaş olarak topluma entegre olmasıydı; ancak kültürel erozyon korkusu, muhafazakâr kesimlerde öfke biriktirdi. Şah'ın vizyonu, hızlı modernleşmeyle İran'ı Avrupa veya ABD modellerine yaklaştırmayı hedefliyordu; fakat bu acele, halkın çoğunun adapte olamayacağı bir tempoydu. Reformlar, ekonomik büyüme sağlarken sosyal gerilimleri artırdı; arazi reformu köylüleri yerlerinden ederken, kadın hakları dini otoriteleri rahatsız etti. Bu dönem, İran'ın ikili yüzünü ortaya koydu: Dışarıdan parlak bir modernleşme, içeriden bastırılmış bir hoşnutsuzluk.

1960'ların ortasında ortaya çıkan Ayetullah Ruhullah Humeyni, Şah'ın reformlarına karşı en sert seslerden biriydi; ortodoks Şii din adamı olarak, devrimci bir figür haline geldi. 1963'ten itibaren vaazlarında reformları İslam hukuku ve ulusal egemenliğe saldırı olarak nitelendirdi; kadınlara oy hakkı ve arazi reformunu Batı dayatması, dini prensiplere ters buldu. Bu sert eleştiriler, ülke çapında anti-Şah protestolarını tetikledi; hükümetin hızlı tepkisi, Humeyni'nin tutuklanması ve aylarca hapis yatması oldu. 1964'te söylemi daha da radikalleşti; Kasım ayında önce Türkiye'ye, ardından Irak'a sürgüne gönderildi. Sonraki 13 yıl, devrimci İslam ideolojisini şekillendirdi; sürgünden kasetler ve broşürlerle mesajlarını yaydı. Humeyni, Şah'ı ABD'nin kuklası olarak damgaladı; reformları emperyalizmin aracı gördü. Bu figür, muhafazakâr dini grupların ötesinde, seküler ve sol kesimleri de etkileyecek bir karizmaya sahipti. Sürgün yılları, Humeyni'yi bir sembol haline getirdi; vaazları, baskıya karşı direnişin sesi oldu. İran'da dini liderlerin siyasi rolü, bu dönemde yeniden tanımlandı; Humeyni'nin vizyonu, velayet-i fakih doktriniyle teokrasiyi meşrulaştırdı. Bu yükseliş, Şah'ın modernleşme çabalarını baltaladı; zira dini otorite, halkın geleneksel değerlerine hitap ederek muhalefeti birleştirdi.

Şah'ın kendini 1967'de İran İmparatoru ilan etmesi, kibir ve halk desteğinin eksikliğinin zirvesiydi; tahta çıkışının 26. yıldönümünde yapılan bu tören, birçok İranlıda tehlike sinyali uyandırdı. Petrol, İran'ı Orta Doğu'nun en güçlü askeri gücü haline getirdi; 1963-1973 arası ekonomi yüzde 11'lik yıllık büyüme kaydetti. 1973 petrol krizi, fiyatları dört kat artırdı; Şah, fazladan geliri ileri Amerikan silahlarına yatırdı ve 1970'lerin ortasında ABD'nin en büyük silah alıcısı oldu. Dışarıdan bakıldığında, bölgesel bir süper güç ve ABD müttefiki gibi görünüyordu; ancak içeride eşitsizlik, baskı ve kültürel gerilimler, devrim fırtınasını hazırlıyordu. Fiyat artışları, köylülerin topraklarından sürülmesi ve geleneklerin ihmal edilmesi, hoşnutsuzluğu körükledi. Şah'ın hızlı modernleşme girişimi –*halkın çoğunun adapte olamayacağı bir tempoda Avrupa veya ABD yaşam tarzlarını dayatması*– sosyal kopukluk yarattı. İmparatorluk unvanı, Pehlevi hanedanının zirvesiydi; ancak bu kibir, muhalefeti birleştirdi. Petrol zenginliği, askeri harcamaları finanse ederken, sosyal adaletsizliği derinleştirdi; İran, zenginlik ve yoksulluğun uçurumuyla yüzleşti. Bu dönem, Şah'ın mirasını ikiye böldü: Ekonomik mucize bir yanda, otoriter baskı diğer yanda.

Devrimin sonun başlangıcı, 1978 Ocak'ında Ettelaat gazetesindeki anonim bir makaleyle tetiklendi; Ayetullah Humeyni'nin İranlı olmadığı ve din adamlarını yönetmeye layık olmadığı iddiası, medrese öğrencileri arasında öfke patlaması yarattı. Protestolar, ulusal bir ayaklanmaya dönüştü; seküler entelektüeller, solcu öğrenciler, esnaf, kent yoksulları ve muhafazakâr dini gruplar nadir bir birliktelik sergiledi. Humeyni, herkesi kucaklayan bir liderdi: *Dindar bir Müslüman olmanıza gerek yoktu... Marksist olabilirdiniz, kadın olabilirdiniz.* Grevler, özellikle petrol sektöründe, ekonomiyi durma noktasına getirdi; sokaklar kitlesel gösterilerle doldu. Ağustos'ta Abadan'daki Rex sinemasında çıkan yangın, 400'den fazla kişiyi öldürdü; kimin başlattığı belirsizdi ama suç Şah'a atıldı. Bu olaylar, devrimin momentumunu artırdı; Humeyni'nin sürgünden mesajları, kitleleri mobilize etti. Ayaklanma, sosyal tabakaların beklenmedik ittifakıyla güçlendi; zira Şah'ın reformları zenginleri kayırırken, yoksulları dışlamıştı. Petrol grevleri, devletin omurgasını çökertti; Tahran'ın sokakları, özgürlük çığlıklarıyla yankılandı. Bu kaos, Şah'ın sonunu müjdeledi; zira ordu bile sadakatini sorgulamaya başladı.

Kara Cuma, 8 Eylül 1978'de devrimin dönüm noktasıydı; askerler, sıkıyönetimi hiçe sayan binlerce protestocuya ateş açtı ve en az 64 kişi hayatını kaybetti. Bu katliam, geri dönüşü olmayan bir kırılmaydı; Şah'ın gücü sarsıldı, halkın öfkesi zirveye ulaştı. Kara Cuma görüntüleri, rejimin vahşetini belgeledi; yaralılar ve kanlı sokaklar, uluslararası medyada yankılandı. Bu olay, devrimi radikalleştirdi; ılımlı muhalifler bile Humeyni'ye yöneldi. Şah'ın tereddüdü, orduyu böldü; subaylar arasında firarlar arttı. Kara Cuma, özgürlük arayışının kanla mühürlenmesini simgeliyor; zira barışçıl protestolar, devlet şiddetiyle bastırılınca devrim kaçınılmaz hale geldi. Bu trajedi, İranlıların kolektif hafızasında derin izler bıraktı; bugün bile protestolarda anılıyor.

Şah'ın 16 Ocak 1979'daki "tatil" gidişi, güç boşluğunu Humeyni'nin doldurmasına zemin hazırladı; 1 Şubat'ta Paris sürgünden özel jetle dönen Humeyni, danışmanları, ailesi ve 100'den fazla gazeteciyle karşılandı. New York Times, *Ülke sevinçten çıldırdı* diye yazdı. 10 gün içinde monarşi çöktü; Mart 1979 referandumunda "İslami Cumhuriyet istiyor musunuz?" sorusu soruldu ve Humeyni yüzde 98 evet açıkladı –ancak uluslararası gözlemci yoktu, muhalefet boykot etmişti. Aralık'ta Humeyni supreme leader oldu. 4 Kasım 1979'da radikal öğrenciler, Tahran'daki ABD büyükelçiliğini bastı; 60'tan fazla çalışan rehin alındı ve Şah'ın iadesi talep edildi. Şah kanserden ölüyordu; kriz, aylarca gerilimli görüşmelerle sürdü. Ocak 1981'deki Algiers Anlaşması'yla ABD, İran'ın iç işlerine karışmama garantisi verdi; rehineler 444 gün sonra serbest bırakıldı. *Halkın, ABD gibi bir süper güce karşı durup onu aşağılaması...* Bu kriz, devrimin uluslararası boyutunu gösterdi; ABD-İran ilişkilerini kopardı ve Humeyni'yi kahramanlaştırdı. Rehine krizi, teokrasinin konsolidasyonunu hızlandırdı; zira dış düşman imajı, iç muhalefeti susturdu.

Devrimin tutulmayan sözleri, Humeyni'nin 1980'de eski müttefiklerini temizlemesiyle somutlaştı; seküler milliyetçiler, sol gerillalar ve ılımlı din adamları, şiddet, gösteri mahkemeleri ve baskılarla kenara itildi. İran, Humeyni'nin velayet-i fakih doktriniyle İslam teokrasisine dönüştü; dış politika, İsrail'i gayrimeşru Batı aracı olarak damgaladı ve Filistin desteğini kutsal görev yaptı. Eylül 1980'de Saddam Hüseyin'in saldırısıyla başlayan İran-Irak Savaşı, 8 yıl sürdü; yüz binlerce ölüm, kimyasal silahlar ve çocuk askerler trajedisiyle dolu. Irak kimyasal kullandı, İran gençleri "şehitlik" vaatleriyle ölümlü saldırılara gönderdi; savaş, rejimi daha sert bir teokrasiye evriltti. Humeyni'nin 1989 ölümü sonrası bile devam etti; ancak özgürlük ve adalet vaatleri boşa çıktı. Kadınlar en büyük ihaneti hissetti; milyonlar eşitlik umuduyla katılmıştı ama haklar eridi. 1983'te başörtüsü zorunlu oldu; sembolik bir devlet kontrolü aracı haline geldi. Bugünkü İran, 1979 öncesi refah ve bağlantılı ülkeden uzak: Ekonomik durgunluk, izolasyon, sistematik baskı hâkim. Amnesty International ve Iran Human Rights Organization'a göre, 2025'te 1000'den fazla idam –son 15 yılın en yükseği. Protestolar sürüyor: 2009 Yeşil Hareket, 2017 ekonomik kriz, 2019 benzin zamları ve 2022 Mahsa Amini ölümüyle ahlak polisi karşıtı dalga. Devrim, özgürlük rüyasını teokrasi kabusuna çevirdi; ancak İranlıların direnişi, değişim umudunu canlı tutuyor. Bu hikâye, petrolün lanetinden yabancı darbelerine, reform ihanetlerinden savaş vahşetine uzanan bir uyarı: Güç arayışları, en soylu idealleri bile yutabiliyor.