Ekonomik belirsizliklerin ve hayat pahalılığının her geçen gün arttığı şu günlerde, milyonlarca çalışanın ve emeklinin gözü kulağı belirlenecek yeni maaş oranlarına çevrilmiş durumda. Ancak perde arkasında yaşananlar ve masada konuşulan gerçekler, kamuoyuna yansıtılandan çok daha farklı bir tabloyu ortaya koyuyor. Asgari ücret tartışmalarının aslında bir tartışma olmadığı, sürecin tek bir merkezden yönetildiği ve belirlenecek rakamların önceden kurgulandığı iddiaları gündeme bomba gibi düştü. Sendikaların masadan kalktığı, açlık sınırının maaşları katladığı bu dönemde, vatandaşın cebine girecek paradan ziyade, arka plandaki hesapların ne denli acımasız olduğu gözler önüne seriliyor.
Hükümet kanadının işverenlere yönelik "kefenin cebi yok" çıkışı ile fedakarlık beklediği süreçte, aslında devletin kendi sorumluluğundaki sosyal güvenlik desteklerini yeterince sağlamadığı eleştirileri yüksek sesle dile getiriliyor. İşverenlerin, özellikle küçük esnafın, lokantacının veya berberin yanında çalıştırdığı personele hak ettiği ücreti vermesi, devlet desteği olmadan imkansız hale gelmiş durumda. Eğer devlet, sosyal güvenlik priminde gerekli indirimleri ve destekleri sağlasa, hem çalışanın cebine giren para artacak hem de işverenin yükü hafifleyecek. Ancak mevcut sistemde, işveren suçlanırken devletin kendi belirlediği maaş politikalarında ne kadar cimri davrandığı gerçeği, yapılan son açıklamalarla netleşmeye başladı.
Vergi adaletsizliği konusunda ortaya çıkan rakamlar ise durumun vahametini daha da artırıyor. 2025 yılına girmeden önceki 11 aylık süreçte, maaşlı çalışanların ödediği gelir vergisi tam 2.3 trilyon lirayı bulurken, koca koca şirketlerden ve işletmelerden toplanan verginin sadece 1.2 trilyon lirada kalması, sistemin kimin sırtına yüklendiğini açıkça gösteriyor. Milyonlarca bordrolu çalışan, devasa şirketlerin iki katı vergi öderken, ekonomik krizin faturasının yine dar gelirliye kesildiği bir düzenin işlediği vurgulanıyor. Bu "kara düzen" değişmediği sürece, ne emeklinin karnının doyacağı ne de asgari ücretlinin yüzünün güleceği belirtiliyor.
Asıl merak edilen ve büyük bir endişe yaratan konu ise emekli maaşları için planlanan o kritik rakam oldu. Açlık sınırının 30 bin liraya dayandığı bir ortamda, hükümetin en düşük emekli maaşı için aklından geçirdiği tutarın 19 bin 800 lira ile 20 bin lira bandında olduğu ifşa edildi. Bu rakam, emeklilerin açlık sınırının ancak üçte ikisi kadar bir gelirle yaşamaya mahkum edilmesi anlamına geliyor. Büyük şehirlerde kiraların 30 bin liraları bulduğu düşünüldüğünde, planlanan bu zammın barınma ihtiyacını bile karşılamaktan uzak olduğu gerçeği yüzlere çarpılıyor.
Ülkenin uluslararası piyasalardaki durumu da ne yazık ki iç açıcı değil. Risk primlerinin (CDS) yüksekliği nedeniyle, dış borçlanmada Kenya gibi ülkelerden bile 2,5 kat daha yüksek faizle borç bulunabildiği gerçeği, ekonomideki güven kaybının en somut kanıtı olarak sunuluyor. Yabancı yatırımcının ülkeye bakışı, hukuk sistemindeki belirsizlikler ve suçun şahsiliği ilkesinin ihlal edildiği örneklerle (bir belediye başkanının babasının emekli maaşına el konulması gibi) daha da kötüleşiyor. Tüm bu veriler ışığında, 2025 yılı için hedeflenen maaş zamlarının ve ekonomik planların, vatandaşın derdine derman olmaktan çok uzak olduğu, aksine yoksulluğu daha da derinleştireceği öngörülüyor.