Tarihin dönüm noktalarında gizlenen olaylar, bazen bugünün değerlerini daha iyi anlamamıza yardımcı olur. Özellikle milli bayramlar gibi özel günlerde, geçmişteki zorlukları hatırlamak, geleceğe dair umutlarımızı güçlendirir.
Bugün, Cumhuriyet Bayramı'nın coşkusunu yaşarken, Mustafa Kemal Atatürk'ün liderliğinde yürütülen milli mücadelenin ne kadar çetin geçtiğini bir kez daha düşünmek gerekiyor. O dönemlerde, zaferlerin hemen ardından bile bazı kesimler tarafından sergilenen tutumlar, bağımsızlığın ne kadar hassas bir dengede olduğunu gösteriyor. İşte tam bu noktada, 1922 yılının Aralık ayında yaşanan bir olay, Atatürk'ün karşılaştığı zorlukları tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.
O tarihlerde Türkiye, büyük bir dönüşümün eşiğindeydi. İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül 1922'de gerçekleşmiş, Bursa da kısa süre sonra özgürlüğüne kavuşmuştu. Meclis, 1 Kasım 1922'de saltanatı kaldırmış ve Vahdettin olarak bilinen padişah, bir İngiliz zırhlısıyla yurt dışına kaçmıştı. Lozan Konferansı sürerken, ulusal bağımsızlığı elde etmek için yedi düvelle mücadele ediliyordu. Her adımda engellerle karşılaşılıyordu ve bu kritik süreçte, Başkumandan Mustafa Kemal Paşa'yı yıpratmaya çalışanlar ortaya çıkmıştı. Üstelik bunlar, Meclis içindeki bazı milletvekilleriydi. İkinci Grup olarak bilinen bir oluşum, saltanatın kaldırılmasının intikamını almak amacıyla muhalefet yapıyorlardı.
Bu bağlamda, Erzurum milletvekili Süleyman Necati, Mersin milletvekili Selâhattin ve Samsun milletvekili Emin Beyler, Meclis Başkanlığına seçim kanununun değiştirilmesi için bir teklif sunmuşlardı. Teklifin 14. maddesi, bir kişinin milletvekili seçilebilmesi için Türkiye'nin o günkü sınırları içindeki nüfustan olması veya bir yerde beş yıl aralıksız yaşamış olması şartını getiriyordu. Bu madde, doğrudan doğruya doğum yeri Selanik sınır dışında kalan ve cephelerde sürekli mücadele ettiği için bir yerde uzun süre kalamayan Mustafa Kemal Paşa'yı hedef alıyordu. Bu yaklaşım, milli mücadelenin kahramanını saf dışı bırakma çabası olarak yorumlanıyordu.
Olay, 2 Aralık 1922'de Meclis oturumunda görüşülmeye başlandı. Durumdan haberdar olan Atatürk, kürsüye çıkarak büyük bir üzüntüyle düşüncelerini paylaştı. Konuşmasında, doğum yerinin sınır dışında kalmasının kendi suçu olmadığını, bunun düşmanların kısmi başarılarından kaynaklandığını belirtti. Eğer düşmanlar tamamen başarılı olsaydı, teklif sahiplerinin bile memleketlerinin sınır dışında kalabileceğini ifade etti. Beş yıl bir yerde oturma şartına uymamasının nedeni ise vatana hizmetleriydi. Arıburnu ve Anafartalar savunmalarını yapmasaydı, Bitlis ve Muş'u kurtarmasaydı, Diyarbakır yönünde ilerleyen düşmana karşı durmasaydı, Suriye'den çekilen orduları Halep'te toplayıp milli hudutları belirlemeseydi, belki bu şartı sağlayabilirdi. Ancak o, vatan için sürekli hareket halindeydi ve milli mücadeledeki zaferlere değinmeden, hizmetlerinin millet tarafından takdir edildiğini düşündüğünü söyledi.
Atatürk, bu hizmetler sayesinde milletin sevgisini kazandığını, hatta İslam aleminin teveccühüne mazhar olduğunu belirtiyordu. Yabancı düşmanların kendisine suikast düzenleyerek hizmetlerinden ayırmaya çalışacağını tahmin ettiğini, ancak Meclis'te böyle bir zihniyetin bulunacağını aklına getirmediğini vurguladı. Teklif sahiplerine, vatandaşlık haklarını kısıtlama yetkisini nereden aldıklarını soruyor, seçim bölgelerinin halkının aynı görüşte olup olmadığını merak ediyordu. Konuşma sırasında teklif sahiplerinden "Estağfurullah Paşa Hazretleri, sizi kastetmedik" sesleri yükseliyordu, ancak asıl hedefin kim olduğu açıktı.
Bu olay, Hasan Rıza Soyak'ın "Atatürk'ten Hatıralar" kitabında da detaylı olarak anlatılıyor. Soyak, milli mücadelenin başından Atatürk'ün vefatına kadar yanında görev yapmış biri olarak, olayın heyecanını son haddine ulaştığını belirtiyor. Atatürk'ün kürsüden inerken şahsından bahsetmek zorunda kalmasının ona ağır geldiğini ifade ediyor. Meclis'te teklife karşı şiddetli bir tepki dalgası oluşmuş, ülke genelinde kınama telgrafları yağmıştı. Özellikle teklif sahiplerinin seçim çevrelerinden gelen tepkiler yoğundu ve bu heyecan haftalarca sürmüştü. Telgrafların bir kısmı gazetelerde yayınlanmıştı.
Atatürk'ün kişiliği gereği, şahsına yapılan kötülüklere kin beslemediğini ve affedici olduğunu belirten Soyak, örnekler veriyor. Örneğin, Erzurumlu Süleyman Necati Bey'e birkaç yıl sonra Eskişehir Lisesi'nde öğretmenlik yaparken iltifatta bulunduğunu, Samsun milletvekili Emin Bey'in yeniden seçilmesine ses çıkarmadığını aktarıyor. Bu tutum, Atatürk'ün büyüklüğünü bir kez daha gösteriyordu.
Tüm bu olaylar, Cumhuriyet'in kolay kurulmadığını, her adımda iç ve dış engellerle mücadele edildiğini hatırlatıyor. Bugün, bu tarihi gerçekleri bilmek, milli birliğimizi pekiştiriyor. Özellikle ulusal bayramlarda, Anıtkabir gibi kutsal mekanlarda yaşanan bazı uygulamalar, bu değerlere saygıyı ön plana çıkarıyor. Son dönemlerde, bayram törenlerinde kafileler halinde Anıtkabir'e gidilip avluda siyasi sloganlar atılması gibi durumlar gözlemleniyor. Bu tür eylemler, Anıtkabir'in miting alanı olmadığını ve saygı kurallarına uyulması gerektiğini düşündürüyor. Anıtkabir Komutanlığı, Genelkurmay Başkanlığı veya ilgili makamlar tarafından bu tür uygulamalara müdahale edilmesi, milli mirasımıza sahip çıkmanın bir gereği olarak görülüyor.
Sonuç olarak, Atatürk'ü ve onun önderliğinde kurulan Cumhuriyeti anmak, geçmişteki zorlukları aşmanın gururunu yaşamak anlamına geliyor. Bu olaylar, liderliğin ne kadar değerli olduğunu ve ihanet girişimlerine rağmen zaferin nasıl kazanıldığını gösteriyor. Türk milleti, bu mirası koruyarak geleceğe emin adımlarla yürüyor.